2 Eylül 2008 Salı

Sabahattin Şen'in Sanatın Anadolu Aydınlanması 2010 projesi için görüş ve yorumları

Sanatın Anadolu Aydınlanması 2010 projesi hakkında Sabahattin Şen'in 1 Eylül 2008 tarihinde Nedensanat google grubunda yayınlanan görüş ve düşüncelerini sizlerle paylaşıyoruz.
Bu yazı “Sanatın Anadolu Aydınlanması” adı altında yürütülmek istenen ve “proje” diye nitelenen tasarımın karşımıza çıkaracağı güçlüklere karşı bir uyarıdır. Bir işe başlarken altından kalkılıp kalkılamayacağının ayrıntıları enine, boyuna ve derinlemesine gözden geçirilerek uygulamaya konulur. Eksiklerle, olgunlaşmamış birikimlerle, olanakların ve koşulların yetersizliğiyle en güzel tasarımların bile yerle bir olmasına neden olabilir. Kötü sonuçların yarattığı düşkırıklıkların olumsuz etkilerinin de altından kalkılamaz.

Çocukluğumuzda büyüklerimizin kavgaya dönen anlaşmazlıklarda “Az şeyden çok şey çıkar!...” diyerek ufak tefek anlaşmazlığın beklenmedik bir anda büyüyebileceğini vurgulamaya çalışırlardı. Buna ilişkin örnekler verirlerdi. İnsanların birbirini öldürmeye varan olaylara dek varabileceğini açıklamaya çalışırdı. Babam da kendini bilen diğer güngörmüş büyükler gibi bu düşüncelerini zaman, zaman bana söylerdi. Binlerce yıllık deneyimlerden bize süzülerek gelen bu öğüde günlük ve sosyal yaşamın içinde uyulması gerektiğine inanırım. Her şeyi sorgulamak ve her söyleneni olduğu gibi irdelemeden benimsememek gibi bir tavrım da var. Bu nedenle bir noktadan sonra babamın sözünü dinleyen biri olmadım. Çünkü sanat söz konusu olunca bu öğüt az şeyden çok şey çıkarmanın ne derece önemli ve yararlı olduğunu da gözler önüne serdi. Az şeyden çok şey çıkarmak zorunda bırakıldım da diyebilirim. Sanat yapmak için çok şeyden de hiçbir şey çıkaramayan sayısız kişilere de tanık oldum. Bu nedenle elimde çok şey olsa da azını kullanarak yalınlaştırma yoluyla öze varmanın daha etkili olduğunu oldukça erken saptamak sanat uğraşında zamanı ve çoğu ayıklama gerekliliğini doğru kullanmayı sağladı. Sanat yapabilmek için olanaksızlıklardan yakınanlara da güzel bir yanıt oluşturuyor. Elinde çok büyük olanakları bulundurup da yaratıcılığı bir türlü yakalamayanların gülünçlüğünü görmek de gerçekten düşündürücü.

Uzun yıllardan bu yana sanat çalışmalarımı sürdürdüğüm Almanya’da sanat kurumlarının çalışmalarımı çağdaş bulmasının nedeni de bu olsa gerek. Ayrıca Türkiye’de ne bir müzenin ne bir sanat kurumunun ne de bu değeri anlayan bir sanat çevresinin olmaması da nedeni bu olabilir. Elbette başka nedenler de eklenebilir ama hiç biri olumlu ve sanat adına geçerli nedenler değil. Ben Türkiye’de çağdaş sanat adına gerçekten çok büyük sorunların olduğuna gördüklerim, konuştuklarım ve işittiklerim sonucunda inanmak zorunda bırakılan biri durumuna geldim. Kendini sanatta çok yetkili ve yeteri sanan, yıllarca sanat dersleri veren emekli bir öğretim üyesi ve çağdaşlık anlamında Avrupa’da bir nokta bile olmayan böyle biri “Avrupa’da sanat öldü!...” derse bundan çıkarılan sonucun boyutu Türkiye’de sanatı öldürecek denli korkunç. Picasso’nun beş göbek altında yaptıklarıyla kendini diri yerine koyuyorsa Türkiye’ye sanat ve insanlığa karşı işlenen bu suçu bağışlamak olanaksız. Türkiye’de çağdaş sanat yerine bu ve buna benzer kişilerin çalışması üst düzeyde pazarlanıyorsa Türkiye çağdaş sanatın gerçek sanatçılarını ve sanatı anlayamayacak ve desteklemeyecektir. Türkiye de dünya sanatı içinde yer alamayacaktır. Bu durumda elbette kendi ülkem, ne beni ne de diğer sanatçılarla birlikte çağdaş sanatı anlamak istemez. İstediğine de tanık olmadım. Sanattan başka hiçbir şeye boyun eğmemenin onuru olmasa yok olmak içten bile değil. Belli kesim ve öbekler bu yolu tıkamış ve çıkmaza sürüklemiş durumdalar. Varsa yoksa yeni yetişen gençlerimiz ama onlara da ne sunuyoruz, nasıl sunuyoruz ve çağdaş sanatın uzağında mıyız; yakınında mı? “Sanatın Anadolu Aydınlanması” onlara ve sanatla uğraşanlarımıza bir çıkış yolu olabilir mi? Gerçekten irdelemek gerekiyor.

İstanbul’da “bienal” adı altında yılaşırı sergileri yapılıyor. Kimler nasıl yapıyor ve yönlendiriyor bu belli. Kuratör denilen ve sanatın hiçbir zaman içinde olmayacak kişilerle kotarılıyor. Bir bakıma kuramsal bir bakış açısı ve yaratıcılıktan uzak. Yakın işbirliğiyle yürütülen kısır bir döngü. Tabandan oldukça uzak. Son yılaşırı sergisinde bunlardan biri Atatürk’e onun aydınlığına dil uzattı. O kişi daha baştan Atatürk’e karşı güdümlenmiş durumda. Atatürk ve onun her alandaki aydınlık düşüncesi olmasaydı o kişi ne İstanbul’u ne de İstanbul’da yılaşırı sergilerini görebilirdi. Bu ve buna benzer çağdaş sanata ilişkin çok şeyi biz de göremezdik. Gördük de ne oldu, sorusu da ayrı bir sorun:
Bu tür etkinliklerin ülkeleri, toplum ve sanatı etkilemesi beklenir. İleriye atılacak adımlara bir basamaktır. Sanatın çağdaş düzeyine varmış bir noktadan sonra yenilikler konusunda bize bir düzey belirler. Etkinliklerden sonra oraya katılan sanatçılara sanat kurumları ve galeriler de ilgi gösterir. Yılaşırılardan sonra hangi galeri ya da kurum yabancı sanatçıların kişisel sergilerini açtı? Ben henüz görmedim. Yurtdışında yaşayıp da uzaktan bakmam nedeniyle midir acaba? Sanatın önünü sanatı öldürmekle açmak isteyenler etkili olunca nereden bakarsanız bakın sonuç tam anlamıyla bir yıkımdır.

Bu koşullarda diyorum ki, bu tasarım boyumuzu aşan bir tasarıma dönüşebilir.
Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi Profesörlerinden ve dünyanın ünlü sanatçılarından biri olan Markus Lupertz de: İyi bir düşünceden çok kötü bir resim; kötü bir düşünceden çok iyi bir resim çıkabilir!...” diyerek sanatsal anlatımda çok önemli bir noktada bizi uyarıyor. Var olan konu ve olanak varsıllıklarının çok iyi sonuçları doğurmayacağına dikkatimizi çekmiş oluyor. Bir bakıma çocukluğumdan gelen bir söylemi sanata uyarlamanın benzer koşutlukta ele alınması anlamına geliyor. Az şeyden çok şey çıkarılabileceğiyle örtüşen bir vurgulama.
Sanat ve Anadolu gündeme gelince Anadolu’nun geçmişindeki sanatsal varsıllık toplumsal değişimler ve yıkımlar sonucunda sanattan yoksun konuma dönüştürüldü. Geçmişin üzerine o düzeyde yeni yapılanmaların önüne geçilerek resim ve yontunun puta tapmakla eş değer görüldüğü ortaçağ anlayışı içine gömülen bir çizgide yol almaya başladı. Geçmişin Anadolu’da bıraktığı sanat varsıllığının verdiği sınırsız olanakların sunduğu çok şeyden az şeyi bile zor çıkaran bir Anadolu’yla karşı karşıyayız. Çünkü bizler o geçmişi de yok edecek edimlerde bulunduk. Kırdık, parçaladık, yabancıların eline düşmesine engel olamadık. Bergama için zamanında padişahın: ”Altın çıkarsa bizim, taş çıkarsa kazı yapan yabancıların!...” demesiyle de Anadolu’nun onbinlerce yıllık geçmişine beş paralık değer vermedik. İnsanlığın bize bıraktığı en değerli kalıtları yok ederek insanlığa ve kendimize yeni değerler kazandırmanın yollarını tıkadık. Bunlar çok yazıldı ve çok söylendi. Yeniden sözü uzatmaya gerek yok.

Biz “Sanatın Anadolu Aydınlanması” başlıklı tasarımda çok şeyden az ya da hiçbir şey çıkarmamakla karşı karşıyayız. Çok iyi bir düşünceden çok kötü sonuçların çıkarılması gerçeğinin sonuçlarını çok acı bir biçimde yaşayabiliriz. Birçoğumuza abartılı gibi gelse de sanat bu tür sorunları sürekli karşımıza çıkarır. Kaçmanın ve kurtulmanın olanağı yok. Başarmak için yeterli bir sanat bilincinin oluşmasını gerektirmektedir. Anadolu ya da dünyanın neresinde olursa olsun insanlık yetenekli insanların eksikliğini duyumsamadı. Her yerde her zaman çok yetenekli insanlar vardır. Ne yazık ki salt yetenek yetmiyor. Onun gerektiği gibi işlenmesinin yanında çalışmayı başarının yüzde yetmiş oranına çıkarmak da gerekiyor. Başarıda yeteneğin payı yüzde otuzdur. Yüzde yetmişlik çalışmanın içinde bilgi edinmek, yetkin bir eğitim öğretimden geçmek, denemeler yapmak ve soyutu anlayacak güçte bir anlak gerekiyor. Soyutu anlamak anlakla doğru orantılıdır. Tüm bunların başarıya ulaşacak sonuçları doğurması için her nefeste sanat yaşanmak zorunda. Düşünceniz ne denli güzel olursa olsun onu işleyecek yeterlilikte bir yapıyı oluşturmanız koşulu vardır. Anadolu’nun sanat ve ekin birikiminin bize ulaştırdığı olanakların büyüklü karşısında ezilip yok olmak çok kolay. Her şeyden önce o varsıllığı biz kendi içimize ne derece sindirdik, ne derece duyumsadık, ne derece benimsedik ve ne derece onunla özdeşerek tinsel bir yaşam biçimi oluşturabildik. Kuru, kuru bakmakla olmayacağı kesin. Her şeyden önce bizler evrenselliğin ve yaratıcılığın neresindeyiz?... Talan etiğimiz Anadolu uygarlığından geriye ne bıraktık?

Şurası açık ki bizler Anadolu’nun İslamlıktan önceki uygarlığını ne benimsedik ne de koruduk. O dönemleri kendi toplumuzun yaşam biçimi dışında tutarak algılarımızın dışında bıraktık. Avrupalı bunu yapmadı ve en yalın örneğiyle Eski Yunan ve Roma Dönemindeki tiyatroyu kesintisiz olarak çağımıza dek yaşatarak getirdi. Tüm yapıları ve yapıtları korudu. Resim, yontu ve müzik kesintiye uğramadığı gibi eğitim ve öğretimi için de büyük çabalarla kurumlar oluşturuldu. Gidin görün Roma kentini. Geçmişten kalan bir taşı yok etmişler mi? Bakın İstanbul’a: 500 yıl içinde geçmişten kalanlar toprak altında kaldı. Üzerine gecekondular serpiştirildi. Mimar Sinan’ın özgün yapıtları göz önüne alınmayarak her yanı sarmaşık otları gibi yapı sanatıyla ilgisi olmayan duvarlarla örülü çirkinliklerle dolduruldu. Kendi geçmişimizin güzellikleri olan güzelim ahşap yapılar yakılıp yok edildi. Bizler çağın gereği olan ilerlemeler yerine gerileyerek niteliksizleşme yolun seçtik. İnsanlarımızı da aptallaştırarak adına da “Çağ Atlamak” dedik. Atlamaya atladık da, geriye doğru… Gerçek bir çağdaşlaşmak adına yapılan atılımlar da belli sayıdaki çıkarcıların elinde kaldı. Okullarımızda sanat eğitimini de öldürdük.
Güzel Sanatlar Akademilerini ilk kuran bizler değiliz. Sanat müzeleri de öyle. Gerçek anlamda bir tek çağdaş sanat müzemiz bile yok. Koskoca İstanbul’da insan yoğunluğuna bakarak onlarca çağdaş sanat müzesi olacakken bir tane bile yok. Bir örnek veren çıkabilir belki. Onun da ne olduğunu biliyorum. Adı “modern” de olsa modernlikle(Çağdaş) yakından, uzaktan ilgisi yok. Türkiye’nin sanat odağı diye gösterilen İstanbul’daki durum bu. Burası sanat odağımız ve yüzyılı aşkın Güzel Sanatlar Akademisi olan kentimiz. Everensel anlamda istenilen düzeye gelemeyen bu öğretim kurumu tutuculuğun boyunduruğunda kalmayı benimsercesine işin kolayına kaçtı. Kendi özgünlüğünü yaratmaktan yoksun kişilerin Avrupa sanatçılarına öykünerek sanatçı diye ortaya çıkmaları ve bunların bu tür öğretim kurumlarında çöreklenmeleri çöküşün en önemli nedeni. Yeniliğe ve çağdaşlığa da uzak kaldılar. Kalıplaşmış sanat eğitimiyle nereye varılacaksa oraya varıldı. Herkes bir köşe kapayım derken sanat unutuldu.

Bu örneği veriş nedenim şu: Anadolu’daki Güzel Sanatlar Fakültelerindeki durum birçok yönden İstanbul’a göre olanaksızlıklar içinde. Kaç fakültede çıplak modelle çalışılıyor gerçekten bilemiyorum. Acı olanı bunların belli sayıda olması ve çıplak modeli olmayan fakültelerin içinde bulunduğu korkunç durum. Anadolu’nun geçmişinde bu öğrencilerin karşısına çıplak tanrılar ve tanrıçalar çıkacak. Ne yapacaklar ve neyi nasıl algılayacaklar, kuşkulu. İstanbul büyük sorunlar yaşarken bunların sorunlarının da büyüklüğü ortaya çıkacaktır. Durum böyleyken sözü edilen “Sanatın Anadolu Aydınlanması” tasarımındaki başarının oranı nedir? Bizleri en başta bu düşündürmelidir. Eninde sonunda bir sonuç ortaya çıkacaktır. Büyük olasılıkla da bir düşkırıklığı yaşanacak ve bilinen belli yöntemlerle de örtbas edilmeye kalkılacaktır. Bedri Rahmi Eyüboğlu o denli birikimine karşın Anadolu’nun değerlerini sanatsal anlatıma yansıtmakta sorunlar yaşadı. Çıkmazlar içinden sıyrılamadı. Oysa Matisse hiç yaşamadı. Halı ve kilimlerdeki görüntüleri de sorunsuz kullandı. Bugünkü çağdaş anlayışla ortaya çıkanlara baktığımızda özgün bir başarıya ulaşılamadığın görüyoruz. Elbette bu yolun çıkmaz sokak olduğu anlamına gelmez.

Anadolu’nun sanatsal, ekinsel ve toplumsal açıdan bize ulaşan çok büyük boyuttaki değerleri üzerinde bin yıla yakın bir süredir oturuyoruz. Çağdaş sanat adına bugüne dek kendini sanatçı diye göklere yükselten, yükseltmeye çalışan ve yükselttiğimiz kişiler Anadolu’nun bu varsıllığından esinlenerek öğrencilerin örnek alacağı anlamda ne yaptı ki öğrenciler de bunlar üzerinde sağlıklı bir yol izleyebilsin… Tasarımın yürütülmesinde görev alanların kaçı bu yetkinlikte? Bir zamanlar ulusallık ve yöresellikten yola çıkanlar harman yerindeki yabaların, tarladaki karasabanların ucuna takılıp kaldılar.

Avrupalı Anadolu’nun geçmiş uygarlığın bizden daha çok ve derinden duyumsayarak özümsüyor. Çünkü Anadolu’da geçmişte yaşananları kendisinin bir parçası olarak görmekte ve o zamandan alan yaşam biçiminin değerlerini günümüze dek taşımaktadır. Sanattaki deneyimleri ve bilgi birikimlerinin yeterliliği de çağdaşlığı yakalamalarına, çağdaşlığa uyarlamalarında kolaylıklar sağlamaktadır. Selçuk müzesini ve o bölgedeki geçmiş yapıtları gezip gören bir ressamın oradan etkilenerek yaptığı resimleri gördüm. Adı: Ladislav Minmarik. Prag’da doğmuş. Bir de kitapçık bastırmış. Onu da aldım. Bende duruyor. “Selçuk müzesindeki çok göğüslü tanrıçadan etkilenerek “Ana Tanrıça “ konulu çalışmalar yapmış. Bizden bir sanatçı böyle bir anlatıma gitse “müstehcen” denilerek dışlanabilir. İşte önemli sorunlardan birisi de bu: Biz yeterince sanatsal özgürlüğe varabildik mi ki sanatsal özgünlü elde edebilelim? Anadolu’daki fakültelerde bu özgürlük nerede duruyor?
Bir de karşımızda din olgusu var. Anadolu’nun geçmişinde çok sayıdaki çeşitli dinlerin ve inançların etkilediği yapıtlar var. En başta tapınaklar. Eski Yunan döneminin din anlayışıyla bütünlük oluşturan tanrı ve tanrıçaların o dönemdeki etkisini anlayabilmek için en az o dine yönelik duygularla yoğunlaşmak gerekiyor. Tek tanrılı dinin dışına taşmak zorundasınız. Yoksa her şey yüzeysel ve yavan kaçar. Çok şeyden hiçbir şey ortaya çıkmaz. Kaç kişi bugünkü din inancından başka bir inancı içinde gerçeğine yakın duyumsayabilir ya da duyumsama yürekliliğini gösterir? Günlük yaşamın geçmişteki boyutlarını, sorunlarını, güçlüklerini, geleneklerle göreneklerini tam anlamıyla içimize sindiremezsek çanak, çömleklerden de bir şey anlayamayız. Kilimler, nakışlar ve buna benzer ağaç oymalarla çağdaşlığa açılan bir yorum yakalamak düşüncesi ne denli ilginç olsa, ne derece güzel bir düşünce olsa da sanatta bulunduğumuz yer oradan istenilen atılımı sağlayabilir mi? Bildiğimiz gergef işlemesi Geçen yıl Kasel’deki Documenta etkinliğinde Japon bir sanatçı tarafından çağdaş bir dille sunuldu. Documenta’nın içerdiği yapıtlardan yüzlerce örneği de fotoğraflayarak belgeledim. Çok sayıdaki uluslar arası fuarları da belgeleme olanakların kullandım. Türkiye’deki dostlarımız ve kimi okullardaki sanat öğrencileriyle olup bitenleri paylaşıyoruz ve Ne Avrupa ne de dünyada sanatın ölmediğini görüyoruz. Peki, biz neden bu noktanın uzağındayız?

İlginç bir anıyı anlatmadan geçemeyeceğim: Köyümüzde okul olmadığı için okul nedeniyle köyden kasabaya taşındık. Okul, sanat, eğitimi, sanat eğitimciliği ve Almanya’da yaşam derken aradan 35 yıldan daha fazla bir zaman geçmiş. Almanya’dan Türkiye’ye gittiğim o günlerde annem bana bir şey vereceğini söyledi. Yatağın altından köydeki eşeğimizin heybesini çıkardı. “belki işine yarar!” dedi. Ben sevinçten havalara zıpladım. Annem şaşırdı. Ben de ona “Bunda yaşanmışlık var!” açıklamasını yaptım. Ne denli anladı bilemiyorum. Benim sevinmeme sevindiğini biliyorum. Eşeğimizin heybesini Almanya’daki atölyeme astım. Bir gün Düsseldorf’ Güzel Sanatlar akademisi profesörlerinden Bay Blecks atölyeme geldi. Atölyede Türkiye’den sonra Almanya’da da sanat eğitimi yapmış biri var. O, bay Blecks’ten önce gelmişti. Heybeyi gördü. “Neden bu şeyi atölyede tutuyorsun? At gitsin!... dedi. Hiçbir zaman atmayacağımı söyledim. Yüzü buruştu. Blecks geldikten kısa bir süre sonra gözü heybeye takıldı. Heybeyi inceledi, dokundu, orasını, burasını yokladı. “Bu ne denli güzel bir heybe!” dedi. Neden güzel bulduğunu sordum. “Bunda yaşanmışlık var!” dedi.

İster inanın, ister inanmayın Avrupa’da sanatın yolu Anadolu’dan geçmiştir. Rönesans döneminde Avrupa Eski Yunan dönemini temel alırken Anadolu o temellerin üzerinde duruyordu. Blecks bunu çok iyi bilen ve anlayan bir sanat kuramcısıydı. Oysa kendini Avrupa sanatı içinde görmeye çalışan bizden biri o heybedeki yaşanmışlığı kavrayamadı. Avrupalı yaşanmışlığın ne olduğunu Rönesans’ta baktığı yerlerden öğrendi. Bu nedenle o yaşanmışlıkların çok önemli değerlerine taş diye bakmadı. Eline geçirdiğini Avrupa’ya taşıdı. Burnunun dibine getirdi. Neyin nereden geçtiğini bilip anlayarak Anadolu’nun sanat aydınlığına ulaşılır. Ben o yaştaki eşeğimizi hiç unutmam. O ve diğer eşekler Anadolu’nun yükünü binlerce yıl salt karın tokluğuna çektiler. Kimi zaman aç kaldılar. Yaşlanıp dağlara bayırlara atıldılar. Keşke salt inat olsun diye binlerce Anadolu eşeğini bir tarlaya toplayabilsem. Uygarlığın nelerin üstünde yer aldığın ve neleri uygarlık adına yok ettiğimizi daha iyi anlarız. Bir eşeğin gözüne iyice bakın ve inanlık adına neleri yitirdiğimizi daha iyi anlayın. Onların yerini alan taşıt araçları bizi nereye getirdi diye düşünelim. Arabalar için gerekli benzin için insanlık kan döküyor. Birbirini yiyor. Eşeklerin yemi için bir tek savaş bile olmamıştır. Oysa arabaların benzini için şu an üçüncü dünya savaşın yaşamaktayız.

Binlerce hektarlık ormanları yakarak mı Anadolu aydınlığını yaratıyoruz? Alaz alaz yanan ve söndürülemeyen ormanların alazları mı aydınlatıyor Anadolu’yu? İnanın ki bu da Anadolu’nun bir gerçeği ve yozlaştığımızın insanlıktan ne denli uzaklaştığımızın üst düzeydeki acı gerçeklerden biri. En küçük nedenlerle birbirimizi kolayca yaralayıp öldüren bir Anadolu’nun derinlerinde yatan duyarlılıkları neden bu denli ucuzlaştırdık? Yiğidin hakkını yiğide verenlerimiz eriyip yok mu oldu? Geçmişi olağanüstü duyarlılıklarla örnek oluşturan bu toplumun bugünkü uygarlığa ve insancıllığa(hümanizm) büyük örneklerle gelen gelenek, göreneklerin genimize işleyen duyarlılıklarına ne oldu? Gen haritamız nasıl böyle acımasız ve aldırmasız bir biçime dönüştü? Anadolu’nun binlerce yıllık güzel ve azla yetinen insanına ne oldu? Biz, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Kazak Abdal’ı, Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’nu, Köroğlu’nu Pir Sultan Abdal’ı, Aşık Veysel’i yaratanlar şimdi onların kanlısı mı olduk? Anadolu’ya bakılacak ve etkilenecek o denli olumlu ve olumsuzluklar var ki bunlara ancak kendi benliğimizin duyarlılığıyla dış görünüşümüzden sıyrılarak varabiliriz. İşte orada vardığımız sonsuz boşlukta sanatın kapısına dayanmış oluruz. Etinden kemiğinden ve her türlü kötülülerden sıyrılarak “Enel hak” diyen ses de Anadolu’dan çıktı, onbinlerce yıllık “Karain” gibi mağaraların yaşanmışlıkları da… Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde böyle bir dönemim çukura yapılmış mağaralarını belediyenin çöplüğü yapanlar, yıkanlar da bu Anadolu’dan çıktı. Neden? Ben Anadolu’nun yanmamış çalı çırpısının ilkelliğini arıyorum. İçinde barındırdığı çekirdeği uygarlığın bombaya dönüştürdüğü atom çekirdeğini aramıyorum. Yalınlaştırabildiğince yalınlaştırmak, en aza indirgemek ve o incir çekirdeğinin içine tüm evreni dolduracak yürekler arıyorum. Üç kuruşu, beş kuruşa çıkaracak savaşları ve insanlığın bu nedenle yok edilişini hiç ama hiç aramıyorum. Bu günün insanlık dışına itilmiş bir düzenin bireyi olmak yerine kuruyarak ormandaki bir ağacın dibine düşen, ağacın kökünü kışın soğuğundan koruyan yapraklardan biri olmak isteyenlerin eksikliğini duyumsuyorum.

Danışma Kurulunda olanların bilmesi ve duyumsaması gereken çok şey varken bu kurulda olan tanıdığım birinin sanatın nereden yapıldığına ilişkin verdiği yanlış yanıtı da düşünüyorum. Kim bilir, “Kelin merhemi olsa başına sürerdi…” demek mi gerekiyor? Ben bu kurulun değişik alanlardan seçilmiş olmasını olumlu karşılıyorum. Ama dağın fare doğurabileceği kuşkumu içimden atmaya yetmiyor. Sorun bir kurulla da kalmıyor. Onları sıradağlar gibi aşıyor. Sanırım her şey bununla sınırlı değil. Olmaması da gerek.
En iyisi çok şeyden az ya da hiçbir şey çıkmayacağı noktasında mı kalmalı? “Bir deneyim…” demek daha mı iyi?

Nerede nasıl bir yaşanmışlık varsa orada insanın doğanın, tüm canlıların, var oluşun öz gerçeği yatar. Gerektiğinde bir insan mağara dönemini kendi benliğinde yaşayabilmeli. Üç beş milyon yaşında olduğunu duyumsamalı. Her şey salt Anadolu’yla başlayıp bitmiyor. Anadolu’nun her döneminde kendi sınırların aşan ilişki ve bağlantılar var. Bir anlamda kendi yöresinde yaşananların odağı olma sorunlarıyla da dolu. Daha öğrenim döneminde olan genç yaştaki öğrencilerimizden de bir tasarım nedeniyle beklentilerimiz olacaksa onlara yol gösterenlerin gerçekten bu alanda örnek oluşturacak başarıları da sunabilmeleri gerekir. Geçmişten bu yana bu alanda kimler neleri nasıl özümlemiş ve değerlendirmiş? Özellikle bu duyguların çok uzağında kalmış olan yol göstericiler için söylenecek tek söz: “Kılavuzumuzun karga olmaması…”

Üç beş yol göstericinin yeterliliği olsa bile bu denli çok sayıdaki okul ve öğrencilere gerektiği gibi nasıl ulaşacak ve onlara nasıl yeterli zaman verebilecekler. Oluşturulan her birimin aktaracakları ne derece derinlemesine doğru yaratıcı bir duyguyu etkileyebilecektir?
Her şeye karşın böyle bir tasarımı gündeme getirip ortaya koyanı, yok etmek için elimizden geleni esirgemediğimiz Anadolu’nun gerçeğini sanatsal alanda ele alma düşüncesini uygulamaya sokmak isteyeni kutlamak gerek. Ali Akdamar tarafından belirlenmiş bu tasarımın güzelliğine uygun bir sonuca ulaşmasını istemek en başat dileğimizdir. Ancak dilemekle varılacak sonucun örtüşüp örtüşmemesi başka bir boyut.

Ne yazık ki Ali Akdamar’la hiçbir tanışıklığım olmadı. Kendisine ilişkin hiçbir bilgim de olmadı. Olsaydı bu yazı belki daha başka açılardan da bakmayı gerektirirdi. İlk kez böyle güzel bir tasarımı gündeme getiren biri olarak gördüm. Bu yazıyı tamamlamaya yakın kendisiyle yapılan söyleşiyi okudum. Ülkemizin çağdaşlık ve çağdaşlık arasında gel gitlerini gerçekçi bir dille değerlendirdiğine tanık oldum. Ülkemizde çağdaş sanatın konumunu ve açmazlarını olabildiğince özgür bir dille yansıtmış. Sanatın özgürlükle doğrudan bağlantısı ve “Sanat, sanatçının yaptığı iştir…” sözüne “Sanat sanatçının yaptığı özgün, çağdaş düzeyde yaptığı yaratıcı bir iştir…” diyerek yürekten katılmak istiyorum. Zaman ne gösterir bilemem…

Sabahattin Şen



1 yorum:

Ägäis dedi ki...

Sayin Sabahattin Sen Bey, yorumunuz cok güzel, tsk.ler. Bence Anadolu, yani Anadolu deyince Avrupalilar icin bir sanat simgesi haline gelmis olan essiz sehrimiz Istanbul 2010 yilina büyük ve dogru adimlarla ilerliyor, bunu da proje yetkilisi Ali Akdamar ve yönetim kurumundakiler büyük bir titizlikle yürütüyorlar, takip ettigim kadariyla.Özellikle karsilarina cikabilecek bircok zorluklarin da bilincinde olduklarinin kanisindayim. Elbette Avrupa´da cagdas sanat anlayisi daha farkli, cünkü Avrupali´nin "cagdas sanat kültürüyle" Anadolu´nun "cagdas sanat kültürü" birbirinin aynasi olamaz. Bunu da zaten yorumunuzda kendiniz cok acik bir sekilde örneklerle vurgulamissiniz, mesela bir ciplak modelinin kisitli olmasi gibi...vs.Evet haklisiniz, Anadolu´da sanat eserlerimizin degeri cok gec anlasiliyor ama bunun sebebi de sanatin topluma bilincli bir sekilde aktarilmamasindan kaynaklaniyor. Veya aileden kaynaklaniyor. Ben babamla hicbir müzeyi gezmedim ama "Sanat Tarihi" Bölümünü okumak istedim ve okudum. Sanat ve Tarih benim minik dünyamda, icimden geldigi gibi yasadigim ve arastirdigim bir seydi. Bilmem anlatabiliyor muyum. Yani "sanat" benim bilinclendirilmeden sectigim icimdeki bir yetenekti. Bu yetenegin "babam" tarafindan desteklenmesi de benim icin elbette daha da iyi olurdu, yani sonucta egitimini gördügüm branji bir meslek olarak yapabilirdim. Yani "Sanat veya sanatci" icindeki sesi dinleyerek, düsündüklerini bicimlendirerek yaratiyor kendi kendini. Bu yüzden Markus Lupertz´den verdiginiz asagidaki aciklamayla cümlenizin akisina kattiginiz asagidaki yorumunuza katilmiyorum: "İyi bir düşünceden çok kötü bir resim; kötü bir düşünceden çok iyi bir resim çıkabilir!...” diyerek sanatsal anlatımda çok önemli bir noktada bizi uyarıyor. Var olan konu ve olanak varsıllıklarının çok iyi sonuçları doğurmayacağına dikkatimizi çekmiş oluyor. Bir bakıma çocukluğumdan gelen bir söylemi sanata uyarlamanın benzer koşutlukta ele alınması anlamına geliyor. Az şeyden çok şey çıkarılabileceğiyle örtüşen bir vurgulama."(...)

Bence böyle bir projeye ilk asamada Ali Akdamar Bey´in de acikladigi gibi üniversitelerle isbirligi yaparak baslanmali ve daha sonra da maddi destek verebilen sanatseverlerle. Böylece proje yetkililerinin icinde bulunulan konumu en iyi bir bicimde degerlendirebileceklerine, yani Anadolu´daki tüm sanatseverlerle veya sanatcilarla bu projenin en iyi sonuca ulasabilecegine inaniyorum. Avrupa´da yasayan ve sanatla ilgilenen bizleri de unutmazsaniz seviniriz:))

Uzun lafin kisasi:"Yazarak cizerek ve arastirarak, "sanata ve sanatciya" ulasilacaktir ve bu projeyi sonuna dek desteklenecektir. Ortada "cok az olan sey maddi destek se bu da kücük kücük de olsa toplanacaktir.
Saygilarimla (Fatos-Frankfurt a.M.)