7 Ocak 2009 Çarşamba

SANATLA YÜZ YÜZE

SANATLA YÜZ YÜZE

Yazan: Sabahattin Şen

Sanat nedir?
Karmaşık duyguların yarattığı sorulara verilen karmaşık yanıtların süzülerek sezgilerin en yalına indirgenerek yeni bir anlatıma dönüşmesidir.

Sanatın bize katkısı nedir?
Sanat bizim, insanı insan yapan insanın en üst düzeydeki yaratıcılığıyla karşılaştırarak duyarlılığımızın gerçeğine varmamızı sağlar. İnsanın görünen özellikleriyle görünmeyen özelliklerini bir araya getirip yeni bir anlatım süzgecinden geçerek soyut bir anlatım dilinin gücüyle tinsel gizemliliklerin derinliklerine inmemize yardımcı olabilen tek unsur sanattır. Bizi yeryüzünün hiç benzeri görülmemiş en ilkel canlı yaratığı olmaktan kurtararak, bilinmeyen anlatımlara zorlayan duyarlılığımızın umarsızlığa düştüğümüz anlarda umutlara, acılara, coşkulara, sevinçlere ve her türlü duygulara bizi aşan güzelliklerin yaratılmasıyla yanıt aramaya sürükleyerek zorlayan, aradığımız yanıtları bulabildiğimiz yer yine sanattır.
Günümüzde hayvanların temiz yaşama insanlardan daha çok katkısı varsa da henüz sanat yapacak durumda olamamaları çok acı. Yeryüzünün en zararlı yaratığı insandır. Çünkü doğanın bize değil bizim doğaya gereksinimimiz var. Bu bilince tam ulaşamamanın sonucunda doğada yüzlerce, belki de binlerce yıl onarılmaz ve geri dönülmez yokluklara neden oluyoruz. Açıkçası bizi taşıyan doğa ağacının dalını kesiyoruz. En azından hayvanlara bakarak bunu çok açık bir biçimde saptayabiliyoruz. Hayvanların da sanat yapabilseydi insanlıktan bu denli uzaklaşmazdık. Kendimizden utanmak çok daha kolay olurdu. Verdiğimiz zarara bakarak dünyanın ve doğanın insana gereksinimi olmadığını, bizim bu dünya ve doğaya gereksinimimizin olduğunun bilinciyle yaşardık her an. Uzun süreden beri yeryüzüne doğaya ve kendi kendimize verdiğimiz zararı hiç bir hayvan vermedi. İnsan her geçen zaman içerisinde daha büyük zararlar vermeyi sürdürüyor. Beynini daha iyiye kullanacağı yerde zarar vermeye daha çok yoruyor. Bize geri adım attıracak etmenlerin ne olduğunun eksikliğini duyumsatandır sanat. Bizi her türlü aşağılık ve kötülüklerden koruyan da. Ancak gerçekten onu içimizde sindirebilip yüzeysellikten kurtulmayı başarmak koşuluyla kötülükleri ve çirkinlikleri eritebiliriz...
Ne derecede sanat o derecede gerçek insan yaratılır. Kendimizdeki değerlerin bizleri sürekli sarsması gerçekten büyük mutluluk veren sezgilerdir. Her türlü kötülükten arınmışlık duygusuna kapılmanın mutluluğunun sanatta olduğunu ve onunla özdeşleşmemiz gerektiğini biliriz. Bizleri bulunduğumuz düzeyin bilinmezliklerinin ötelerine adım, adım götürerek ilkellikten kurtaran büyük bir yaratıcılıktır. Sanatsallığın her adımı insanlığın yükselen noktalarıdır. İnsan olmak istediğimiz sürece yakamıza yapışarak bizi insanlığa doğru sürükleyen en büyük güçtür.

Sanatı anlamak neden zor?
İnsan kendini ne zaman kolay anlayacak konuma geldi ki sanatı da kolay anlayabilsin... Soyutu anlamak anlakla doğru orantılıdır. Daha başlangıçta soyutu anlayacak bir gücümüzün olması gerek. Sanat kendi kendimizin üst düzeydeki dengesini kurabilmenin sağlam yapısını oluşturur. İnsandaki güç ve yetenekler yaşadıkça yeni güzellikler yaratma gereksinimi duyar. Yaşamın gerçek anlamı canlı kalabilmenin bir uğraşıdır. Ölümsüzlüğe karşı var olmanın ardından bitmez tükenmez koşmalardır. Sürekli bir uğraş ve yeni çözümler bulmak zorunda olduğumuzun duygusuyla erinçliğe varmak isteriz. Çoğu zaman her türlü kötülüğü yapacak denli vahşileştik, vahşileşiyoruz. Nerelerde dolaştığımızın somutluğunu da anlamakta güçlük çekiyoruz. Varılan yer en ileri düzeydeki güzelliklerle vahşet arasında yaşam uğruna gidip geliyor. Çok büyük acılarla coşkular yaşarız böylece. Bilinmeyen boşluklarda sallandıkça tutunacak bir düzlem ararız. Bizi erinçleştirenin nerede olduğunun kaynağını bulamayız çoğu kez. Salt anlayamadığımız bir dilin olduğunu duyumsarız, sezeriz. Sonra sanat çıkar karşımıza ne zaman ve nereden ısındığı belli olmayan ılık akan bir sıcaklık. Onu anlayabilmek kendimizi anlayabilmekten daha ötelerde bir yerdedir. Tek bir anlatım diliyle anlatılması çok zor. Başka bir dilimizin olduğunu anlarız, anlatamayız. Ah bir anlatılabilsek...

Sanatçı olmanın ayrıcalığı nedir?
Gerçek sanatın yapısındaki olağanüstü güzelliklerinin erişilmez noktalarına dek uzanabilmenin ne derece güç olduğunu biliriz. Sanat yapabilmek için bu denli uzun bir yolculuğun en ağır çilelerini çekerek yaşamdan kaynaklanan duyarlılıklara benzersiz ve özgün bir dil kazandırmak öyle göründüğü gibi yüzeysel değildir. İnsanların iç dünyasında olan bitenler benzerlikler taşısa da içlerinden biri buna bir dil bularak tüm insanlığı içeren evrensel boyutta yakalan coşkulu bir gücün birliğine ulaşabilmektedir. Yeteneğini sanatın dilini kullanabileceği bilgi ve donanımların yeterliliğe ulaşması nice emek sonrası gerçekleşebiliyor. Çok az sayıda kişi başarabiliyor.
Picasso’nun çizgiye indirgenmiş boğa resmini görenler onu çocukların bile yapacağını söyleyebilirler. Kendileri açısından da çocuk oyuncağı denli kolay olduğunu öne sürebilirler. “Bunu yapmayacak ne var ki? Ben de yaparım!...” diyenlerin sayısın kaç milyardır bilemiyorum. Yüzde doksanbeşinden yukarıda denilse şaşmamak gerek. Oysa Picasso oraya inebilecek yalınlaşmayı başarabilmek için ne büyük çabalarla ayrışım ve birleşim yöntemlerine başvurarak yakalanabilecek en duyarlı noktaya ulaşma başarısını yalnızca kendi özgün kişiliği olan Picasso’yla göstermiştir. Başka Picasso olamaz. Onun yaptığını kolay bulup yapanlar Picasso’dan sonra yapan yeteneksizlerdir. Al sen de bir keçiyi yap desen solucana indirgeyebilir. Duyarlılıklar, duyargalar orada neyi neden aradığına yardımcı olmazsa yapılan omurgasız bir yaratığa dönüşür. Her özgünlüğün salt onun yaratıcısı olan kişinin omurgasıdır. Başkasına asla uymaz. İşte sanatçının ayrıcalığını sağlayan temel yapı tinsel görünmezliğin yeni bir omurgaya dönüştürülmesinde yatar. Nereden geldi, nereye nasıl gitti, nerede ayaklarının üstünde duruyor, hepsinin evrensel anlamda yanıtları vardır. Başarmanın ayrıcalığıdır bunlar.
Oraya kendini sanatçı diye kolay yollardan sunanların çok olduğuna bakmayın. Omurganın ne olduğunu bilmeyen bu omurgasızlar, güzelduyularımızı bir pelteye çevirmekten ileriye gidemezler, gidemiyorlar da. Ayakta duracak, destek olacakları bir kemik yapısının olmaması bir yana bir kemik parçasından da yoksundurlar. Soytarılığı da beceremeyecek denli soytarılık yapan bu kemikten yoksun yaratıkların kişisel erekleri uğruna yıkıp yok etmeyecekleri hiç bir değer yoktur. Ayrıcalığın yapıcılığıyla ilişkilerinin olmaması nedeniyle de yakıp yıkıyorlar da... Öyle göründüğü gibi kolay mı sanat ve sanatçılık? Görünmeyenlerde var olabilmektir. Aldanma ve aldatmacalar da burada yatıyor.
Sanatın kendine özgü ayrıcalığına varmanın çetin yollarıyla varılan yerin değeri ve anlamı öylesine büyük ve etkileyici ki “Değmesin, yağlıboya!...”denilecek gözü açık tiplerinin de ortaya çıkararak bundan yararlanmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Neden? Sanatın ayrıcalıklı özelliğinden... Sanatın bu özelliğinden yararlanmaya kalkanların üstümüze değince bulaşılırlıkları ne yazık ki çoğumuzun üzerine bilinçsizliğimiz nedeniyle yapışır. Kolayına kaçmak bile insana ne denli yüzsüzlükler yaptırabiliyorsa gerçeğinin vardığı yeri düşünün bir. Erişilmez güzelliğine varabilmek o denli emek ve yorucu bir çaba isteyen bir yolculuk ki aşılmazlıkları aşmak için yeteneğin son damlasına dek kullanılmasıyla gelinen noktanın değer karşılaştırmasını yaptığımızda neyin ne olduğu ancak çok az sayıda insanlarca bilinir ve anlaşılır.

Bir sanatçı, sanatçı olduğunu anlar mı?
Genelde bir sanatçı kendinin sanatçı olup olmadığını anlamaya hiç çalışmaz. Sürekli içindeki erinçsizliği bir dile vardırmaya çalışır. Yolu kendinin kim ve ne olduğunu anlamaya düşmez. O ne yaptıysa bir insan olarak yapabildiklerini yapmış olduğunu ve daha neler yapabileceğini düşünür. Bir bakıma her insanın insan olarak elinden geleni yapacağı kanısındadır. Kendisi için sanatçılık deyimini kullanmayı da düşüncesine sokmamıştır. Yaptıkları ve yapacaklarının sanatsal bir yansılama olduğunun bilincinde olmasına karşın ona bunlar doğal gelir. Sürekli bu bilinci kurcalayıp onu doyuran, ona coşku veren bir yere ulaştırmak ister. Tek istediği şey kendisi olmaktır. Dışarıdan bakanlar gibi sanatçı olup olmadığı tasasını taşımaz. Nerede olduğunu, sanatçılığın nerede başladığını anlaması için kendine göre bir çalışma, araştırma ve gerçek anlamda bir inceleme yapmaya kalkması gerek. Onun işi bu olmadığı için bunu da yapmaya kalkışmaz. Yapmadığı, üzerinde çalışmadığı bir alan için de bir düşünce öne sürmek istemez. Başkaları o tür araştırma ve incelemeyi yaparak sanatçılardan yapıtlar alır ve eş değerdeki sanatçılarla bir yere oturtur. Bizler de onun sanatçı olduğunu anlarız. Sanatçının kendisine sorsanız, şaşırır. “ Niye ben ne yaptım ki sanatçı oldum?..” diyebilir ve şaşırmayalım.
Sanatın matematiksel bir ölçüsü yok. Duyabilmek ve onu kendine özgü bir yaratımla anlatabilmektir sanatçının yaptığı. Ölçünün bu anlamda algılanması sanat ve sanatçı için çok önemlidir. Kendi kendine sanatçı olduğunu söylemeye kalktığı an birden bire tepetaklak olması bir olur. “Yeterli bir noktaya gelmiş olmanın sıkıntısı başlar. Ona istemediği bir yük ve sorumluluk yüklenilmiş duygusu özgürlüğün yolunun daraltılması ve belli bir yöne doğru gitmesi gerektiği dayatmasıyla özgürlüğünün elinden alınması gibi gelir. Geçmişiyle bağımlı duruma gelerek daha sonra ne yapacağına ilişkin kendi bildiğini yapma yolundan ayrıma sorunuyla ayakta durması zorlanabilir.
Bırakalım hiç kimse kendi kendine sanatçı olduğunu anlamasın... Kendi kendine “sanatçı” diyen dudak ve akciğer kanserlilere de geçmiş olsun!..

Sanatı nasıl anlayacağız?
Önce insanın ne demek olduğunu anlamakla...
Sanatı anlamanın kendine özgü ekim, biçim alanları var. Her alan kendine özgü bir anlatım biçimi oluşturur. Belli kaynak ve yapılara dönüşür. Sanatı oluşturan öğelerle donanarak yeni bir dünya yaratan yapıtların hangi dili konuştuğunu yakalayabilirsek sanatı anlama başarısını da gösterebiliriz. Onun özüne inmeyi başaran yoğunluktaki duyarlıkların yakaladığı değişimlere doğru yol almaya başlamakla sanata yaklaşılır. Kendimizi ve insanı tepeden tırnağa dek her yönüyle tanımanın yanında, yaşadıklarımız ve gördüklerimizin her an yeniden değerlendirilmesini yapacak duygu akışını sürekli kılabilmek, görünmeyenlerin görünürlüğünü sağlar. Sanatın bize yansıdığı bu alanlarda dolaşmamızı sağlayacak yol gösterici birikimlerin olması gerekiyor. Ezbere bir yere gidilmez.

Sanat dilinin özelliği nedir?
Olağandan olağanüstülüğe dönüştükten sonra yeniden olağanlaşmaktır. Bu iki yaka arasındaki gidiş gelişlerde neler olur bilinmez. Sanatın dili orada dolaşır. Bu ayrıcalı bir özelliktir.

Sanat belli bir güç ve yeteneğin neresindedir?
Görünmez kapıların ardındaki gizemliliklerin kendilerine çıkış yeri aradığı derinlikteki basıncı yaratan devinimlerdedir. Devinme dayanılmaz bir baskı yapmıyorsa güç de yok demektir. Yetenek de oralara uğramaz.

Sanatçı biçemini nasıl buluyor?
Onu dayanılmazlık noktasına ulaştıran güç, sanatsal uğraşıya yetecek dalgalanmalar yeterli güce erişmişse büyük bir basınçla devinime geçer. Kendine bir çıkış noktası da aramaya başlar. Kişinin yaşam biçimi, yaşama bakışı, felsefesi, birikimleri, duyguları, düşünceleri ve oradan elde ettiği verilerin duygu kanallarına aktarılışıyla yeniden akmaya hazır bir kaynak oluşur. Bu kaynak nerede birikim yapıyorsa biçem de oraya bağlı bir yapıya dönüşüyor. Bir volkan gibi patlamayı sağlayacak denli bulunduğu yerin kabuğunu zayıflatıyor. O ana dek kanallardan geçerek birikimler yaratan duyguların gizemliliği geçtiği yerlerde sürekli izler bırakır. Kendi için de bir bütünlük yaratır. Zamanının geldiğini bilmediğimiz bir anda, zamanı gelir; tüm eriyikleri ortaya çıkar. Beklenmedik bir anda bir patlamayla uyanırız. Derinlere inmek için kazma kürek ya da daha güçlü gereçlerle kuyu açmaya çalışarak yapay yaptırımlarla bir fışkırma elde etmenin yararı yok. Yapay kuyulardan sanat ve biçem fışkırmaz. O kendi bilinmezliklerinin derininde kendine yeni bilinmezliklerin yolunu açar. Ne olduğu ve ne olacağı da belli olmaz. Yeni doğan bir çocuk gibi büyüyünce ne olacağını bilemeyiz.

Sanata başarı için büyük bir beceri gücü de gerekiyor mu?
Sanatın bir yaratıcılık olduğunu bilmek beceriyle aralarındaki uçurumu da anlamak demektir. Nesnel bir bakışla öznel bakış birbirinden ayrı şeylerdir. İnsanın fotoğraf gereciyle yarışmaya kalkmasının ne anlamı ne de gereği var. İnsan kendinin ne denli becerikli olduğunu ortaya koyup kanıtlamaya çalışıyorsa varsın koysun. Buna bir şey denilemez. İnsana özgü yaratıcılığın ne olduğunu bilmeyenler beceriyi sanatmış gibi görürlerse buna karşı çok şey denir, denilmelidir. Birbiriyle bağdaşmayan iki ayrı alan.
Sanatı anlamayanlar sanatı tanımladıklarında sanattan çok becerikliliği sanat diye anlıyorlar, her nedense. Bir örnek verilecek olursa: Genelde birçok insan resim yapar. Bunlar arasında öyle beceriklilikler var ki gördüğü nesneleri, bitkileri, doğayı ve yüzleri çok iyi benzetebilir. Birçok kişi böyle bir beceriyi sanat sanır ve över. Yapanı da çok yetenekli bir sanatçı diye niteler. Sanat, nereye bakılırsa bakılsın duygusal sezilerin her nesneyi o duyarlılığa yönlendiren yabancılaşmayı soyut değerlere dönüştürülmüş bir dille gerçekleştirebilmektir. Sanat, her nesnenin sanatı oluşturan dilin yarattığı değişimler sonucunda nesnelerin erek değil araç olarak kullanılmasıdır. Bir iç ve diş bağlantılarının duygusal derinliklerinde oluşmasıdır. Salt bir nesne değildir. Duyarlılıkta oluşanların nesnelerde dışa yansımasıdır. Beceriklilerin giremediği kapı burasıdır. Duyguların kurgusuyla süzülerek oluşmayan hiç bir çalışma sanata varamaz.

Sanattaki sürekli değişikliklerin hızı nedir?
Kesin bir hız belirlenmesi olanaksızdır. Bir bakarsın beklenmedik bir anda bir sıçrama yapar. Picasso’nun kübizmi bunun en iyi örneğidir. O güne dek ortaya çıkan yenilikler önceleri sindirilememiş olsa da daha sonra anlaşılırlık konumuna girmiştir. Birden bire bir patlama hızıyla herkes büyük bir şaşkınlıkla uzun süre ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Bu süreç oldukça uzun sürdü.
İnsanlar kübizmi anlayayım derken başka akımlar arka arkaya sıralanınca tümüyle çok büyük bir şaşkınlığa uğradı. Malewich’in siyah ve beyaz karesi herkesin kanını dondurdu. Isınıncaya dek canımız çıktı.
Gerçekten de kübizmle birlikte belirleyemediğimiz bir hız kazandı. Bir iki çiçek tarlasının var olduğunu düşünürken tüm evren çiçeklere büründü. Toplum epeyce gerilerde kaldı. Sanatın en yavaş zamanı bile toplumun önünde gidecek bir hızdadır. Başarının gizemi burada yatmaktadır. Sanat toplumdan önde gittiği sürece yeterli bir hızla gidiyor demektir.

Sanatın hızına yetişebilmek için ne yapmalı?
Sanatın her zaman toplumun önünde giden hızına yetişebilmenin olanağı yok. Sanat her an beklenmeyen atılımları yapar. Tam ulaştım derken bir bakarsınız o yine sizden önce davranmıştır. Her şeyden önce bunu anlamanın büyük yararı var. Böylece bizi durağan olmaktan kurtarır. Yetişmek için kendimizi devingenliğe iten her adımın arkasından gitmek başlangıç için yeterli. Diğer adımları anlamamızı kolaylaştırır. Nasıl yetişeceğimizi düşünmekten çok en yakınına nasıl varılacağını erimlemek daha doğru. Sanatın içine girildikçe onun süreklice her an yine ileriye bir sıçrama yaptığını görürsünüz. İnsanı şaşırtan çok büyük sıçramalara da tanık olabilirsiniz. En iyisi arkasını bırakmamak ve yavaşlamamak.

Herkes sanatı anlamak için yeterince zaman ayıramayacağına göre sanatı anlamamıza kimler yardımcı olabilir?
En sağlam yol anlamamanın arkasına sığınmamak. Belli bir eğitimden geçmekte başkalarına bırakmamakta her zaman yarar var. Her insanın az ya da çok sanatın yakınında olması gerek. Her ne denli karıncalarla da sanat yapılabilirse de sanat karıncalar için yapılmıyor: insan için yapılıyor.
İnsanın kendi kendini yetiştirebileceği birçok kaynak var. En azından belli bir ölçüde zaman ayırmak gerekir. Sanat her insanın insan duyarlılıklarının sezgileriyle kendine bir yer edinmesini sağlar. Başkalarının buna katkısının bir sınırı var. Anlamamak söz konusu olunca çok büyük tuzakların içine girilir; sanatı yitirmek ve yok etmekle karşı karşıya gelinebilir. Buna karşı belli bir bilinç oluşmalı. En başta kendi kendinize yardımcı olabilmelisiniz. Günümüzde eğrisiyle doğrusunu birbirine karıştırmayacak düzeye ulaşmamıza yardım edebilecek kişiler, kitap ve diğer yayınlardan geniş ölçüde yararlanma olanaklarımız var. Bilgisayar ve internet çok daha büyük olanaklar sağlıyor. Nitelikli ve sanatsal düzeyi yeterli özellikte olan müzeler ve sergilerden çok şey elde edilebilir. Tüm bunlar bizim yerimize sanatı başkaları anlasın diye değildir. Sanatı anlamayı başkasının ipiyle kuyuya inmeye bırakırsanız bugüne dek olan bir yığın yanlışlıklarını içinde kendinizi de boğarsınız. Başkasının anladığı ve bize uzak biri bize ne verebilir ki? Aldığınız bir yapıtın sanatsal değerini ve özelliğini bilemeyince onu yanınızda bulundurmanın ne anlamı olur?
Yeterince doğru kaynaklar varsa öğrenmek belli sınırlarda anlamayı sağlar. Sanatın diğer dallardan ayrılan yanı budur. Matematiğin varabildiği en uç noktayı anlamayı sağlayacak kaynaklar var. İsteyen ona zaman ayırarak en uç noktaya dek matematiği öğrenebilir. Sanat için bu söz konusu olmadığından tümüyle sanatı öğrenmezsek de sanatı sanat yapan öğelerin nasıl kullanıldığını anlayabilmek yeni gelişmeleri sağlıklı izlememize yardımcı olur.

Bu konuda sanatçının açıklamaları bizlere daha iyi yardımcı olamaz mı?
Sanatçının yapıtlarıyla uğraşması yeterlidir. Temel görevi sanatıyla bizlere sunacağı yapıtların sayısını çoğaltmasıdır. Sanatçıya ek bir yük yükleyerek buna bulaştırılmaması daha iyi olur. Gerçek bir sanat yapıtının karşısındaysanız sanatçı yapıtı oluştururken harcadığı gücün bilinmezliğini, yaptığını açıklamaya dönüştürmek isterse yavanlaşır, bulanıklaşır. Kırılarak birçok parçaya ayrılan bir bardağı yeniden yapıştırmaya benzer. Sanatçı o anı bir kez yakalamak için tümden, bütüne; bütünden tüme gide gele içindeki parçalanmaların sayısını bilemez. Başlangıca dönmesi demek o parçaları bir araya getirmesi demektir ki, bu olanaksız. Cebelleşmiş, boğuşmuş ve duygularını nasıl ölçüp biçmeden işlediğine, kendiliğinden gelişen oluşumlara bir daha dönemez. Yaptığını anlatacak olan varsa gitsin roman ve öykü yazsın.
Ayrıca roman, öykü ve şiir yazanlardan yapıtlarındaki sanatsal oluşumları anlatmasını isterseniz o da anlatamaz. Kimsenin istediği de yok; herkes okuduğunu anladığını sanıyor. İş, baktığını anlamaya gelen “Görsel Sanatlar” konusuna dayanınca sorunlar çıkıyor. Oysa konuştuğumuz dili kullanarak yeni anlatımları gereksindirecek değişimleri içeren kişiye özgü yeni bir özgün dil var. Her iki yanda da benzer sorunlar yaşanır.
Yaptıklarını açılamaya kalkanlar da var. Onarın çoğu neyi yaptığını da bilmiyor, ne anlattığını da. Her sanatçı neler yaptığını çok az da olsa anlatabilecek güçtedir. Anlatması gerekenlerin özünü sözle anlatılamayacağı için renge, çizgiye, lekeye biçime dayalı bir anlatım oluşturmaya kalkışmıştır. Anlatsa, anlatsa sözün bittiği yere dek anlatır. Daha ileriye gittikçe de batar. Yaptıklarıyla hiç ilişkisi olmayan şeyleri anlatarak çok gülünç olduklarını da sezinlemeyenlerin sayısı oldukça kabarıktır. Kimi bilerek yapıyor. Alıcı ayartmak gibi bir şey. Karşısındaki nasılsa sanattan anlamıyor. Süslü, püslü şeyler anlatayım da karşımdakini hayran bırakayım düşüncesi ağırdır anlatılanların çoğunda. Evde atölyede denemelerini bile yapmıştır. Tiyatroculuğa soyunmuştur. Onlara tiyatroda bir yer ayırmalı.
Kimileri ne yaptığını çok da iyi anlatıyor. Çünkü çalışmayı yaparken öykü önde gitmiştir. Sanattaki soyutlamayla ilgisi de kesildiği için yapılan çalışmanın da sanatla ilgisi kalmamıştır. Bol, bol anlatabilir. Anlatılanları anlamamaya çalışmak en doğrusu.
Belli oranlarda sanatçı sınırlı bir çerçeve çizebilir. Mondrian’ın dediği gibi: “Her şey ya yataya ya da dikeye gider.” sözü yetiyor. Sanat değerlendirmesi yapabilenler ne demek istediğinin önünü doğru açabilirler.
Yine Picasso’yu ele alalım: Kendi sanatı için kaç söz söylemiştir dersiniz? Öylesine az ve öz sözler söylemiştir ki her biri bir başlık gibidir. Gerisini bizler getiririz. Binlere varan kitaplar basılır. Elbette bu tür başlıklara gereksinim var. Kalkıp da bir resmi anlatmaz bu başlıklar. Bizleri uykudan uyandırır. Picasso’nun en önemli sözü: “Aramıyorum; buluyorum!...” diye açıklama yaptığı iki sözcüktür. İki sözcük tam can alıcı noktadan vurur. Öyle herkesin anlayabileceği bir can alıcı nokta da değil. Buna benzer sanata ilişkin başka sözleri de var. Onun sanata yaklaşımını açıklayan bir kaç tümcedir. Tüm bunların ardından da “Ben bir insanım!” demiştir. Haydi gel de çık insanın içinden. Zamanla çıkılıyor da... Çünkü o bir insan.
Sanatçılar arasında bir öğretici gibi kendini geliştirenler de vardır. Dünyanın birçok ünlü sanatçısının eğitimci olarak da çalıştığını görüyoruz. Beuys da bunlardan biri. Geçmişlerden bir örnek: Klee.
İş, önümüze çıkan her sanatçıya kalırsa yapılacak şey, en iyisi, sanatçının dediğini değil, yaptığını yapmak.

Bir yapıtın gerçek yaratanı onu anlatamazsa başkaları nasıl anlatsın?
Sanatçı anlatmak istediğini yapıtlarıyla anlatmış oluyor. Başka bir anlatım söz konusu olsaydı onu da yapardı. Sanatçının işi yapıtlarla sevişmektir; sözlerle cılkını çıkarmak değildir. Güneşin en sıcak olduğu zaman çamaşırları asmayıp akşamleyin yıldızların altında bir yere asmaya benzer. Tüm anlatmak istedikleri yapıtın üzerinde duruyor. Sözle anlatacaksa neden görsel dili kullansın ki? Her yapıtın en az bir roman yazılacak denli kapsamı vardır. Yormayın sanatçının dilini. Dağıtmayın kafasını. Gitsin yeni çalışmalar yapsın. Daha sonra kendi anlattıkları yer bitirir onu. “Şöyle deseydim daha iyiydi; böyle deseydim daha anlamlıydı!...” diye, diye kafasında sözlü anlatımların sözcükleri dolaşırsa resim yapmaya zaman bulamaz. Kimleri çok yönlüdür, başarabilir de. Genelde onun işi bu değil...
Her zaman sanatçıyı yanımızda yöremizde bulamayız. Yüzyıllar önce ölmüş olan sanatçıları kim nerede bulacak? Sanatçı beklenmedik bir anda öldü ; kimilerinin değerini öldükten sonra anladık diyelim onları yeniden mi dirilteceğiz? Başarabilirsek müthiş olur elbette. Henüz başaramadık. Sanatı anlayan ve buzdağının görünen yanını anlatanlara her zaman gereksinimimiz var. Sanatçıya bırakmanın tam bir çözüm olmadığı apaçık ortada. Kendi başımızın çözümüne bakalım...

Sanatın açıklanıp değerlendirmesini kim yapacak öyleyse?
Sanattan anladığını söze yazıya dökebilecek nitelikte ve yeterlilik gücüne erecek denli kendini yetiştirmiş olanlar var. Aşağı yukarı onlar belli ölçülerde sanatı anlamamıza yardımcı olabilecek aktarımlarda bulunabilirler. Bu alanda çalışmalar yapan, öğrenim görüp kendini sürekli geliştirenler, geliştiremeyenlerle de karşılaşıyoruz Bunlar arasından kimilerinin kıytırıklardan ve onların bilgiçliklerinde de geçilmiyor. Elbette üst düzeyde olanları bulmak en iyisi.
Her sanatçıyı da sanattan anlayan herkesin tam anlayabilmesi de olanaksız. Bu nedenle sanatın içinde olmak çok büyük sorunları da birlikte getiriyor. Biri bitse beşi, onu başlar. Sanatı ve sanatçıyı anlamanın güçlüğünü zaman içerisinde aşabiliyoruz. Çok önemli durumlarda ya da gerçekten bir sanatçının iyi tanınması isteniyorsa onu uzun süre yakından izlemek, onunla sık, sık bir araya gelip nasıl çalıştığını görmek, onunla değişik alanlarda birlikte olmak, ilgi alanlarını saptamak, sözlerini, söyleşilerini dinlemek en doğrusu. Çünkü o bir insan…
Picasso öleli yıllar oluyor. Ona ilişkin sürekli anlatımlar, açıklamalar ve yeni söylemler eksilmiyor. Yeter ki açmayı gör kutuyu...

Gerçek sanatçı nasıl tanımlanabilir?
Gerçek sanatçı: Çok soğuk ve karlı bir günde sıcacık odasında otururken pencereden dışarıya baktığında yalınayak olan bir yoksulun o karlara bastığı an onun duyduğu soğuğun acısını, sıcacık odada dışarıdakinden çok daha fazla üşüyerek tiril, tiril titreyerek acı çekendir. O hiç bir şey anlatmadan çok şey anlatan bir insandır.

Sanatı nasıl tanımlarsınız?
Sanat ciddiyeti olmayan, çok ciddi bir iş; çok ciddi olan, ciddiyetsiz bir iştir.

Gerçek sanatçının yapması gereken nedir?
Tüm gücünü sanatta vererek yaptıklarından hiç bir beklentisi olmadan kendisinden ve sanattan hiç bir ödün vermeden çalışmalar yaparak evrensellikte varabileceği üst düzeylere doğru tırmanmaktır. Yaptıklarının anlaşılıp anlaşılmadığını; beğenilip beğenilmediğini düşünmeyerek sanatsal gücünü süreklice kullanmalıdır.
O bir bal arısı gibi duyumsamalı kendini. Sürekli bal yapan arı gibi sanatını yapacak. Kendi yaşamına yeteceğinin çok üzerinde çalışma yapabilmeli ki onun yaptıklarından başkaları da yararlansın. Bal arısı kendi gereksiniminin üzerinde ürettiği balın kalanından bir şey beklemez. Sanatçı da hiç bir beklentisi olmadan sanat yapan kişidir. Beklentiler sanatı yozlaştırır.

Beuys, “Her insan sanatçıdır.” demesine ne demeli?
Kesinlikle doğru. İnsan diye her doğan, kendi üzerine de alınmasın sakın. Sözü edilen insanın gerçek olanı. Doğup da insanlaşamayanlar değil. Rotterdamlı Erasmus: “Hayvanlar hayvan olarak doğar; insanlar sonradan insanlaştırılır.” der. Gerçeğin dile getirildiğini düşünürsek doğduktan sonra insanlaşamayanların var olduğu yadsınamaz. İnsan dediysek insanlaşamayanlar da içinde demedik.
İnsanın kendisi de bir sanat yapıtıdır. Öylesine gizemlerle dolu ki ancak çok az bir bölümünü sanatsal anlatımla ortaya çıkarabiliyor. Çıkaramadıklarının öylesine varılamayacak denli bir boyutu var ki, bize görünenler denizdeki suyun üç beş damlası gibidir. Üç beş damlayı çıkaranlar sanatçı oluyor da çıkaramayanlar neden olmasın. Sanat içte ve dışta; değişen bir şey yok.
Sanatsal bir yapıtı oluşturmak için, belli koşulların sağladığı olanaklara göre yaratıcı bir anlatım dilinin kullanılması gerekir. Çoğu insan sanatsal bir dil kullanma evresinden geçmemişse her şey içinde kalıyor. Neden şu sözü sık, sık işitiriz? “Benim yaşantımı anlatsam bir roman olur...” derler. Kimininki romanlar eder. Anlatamadığı iç yapısında karanlığa gizlenmiş köşelere varacak bir dil oluşmayınca anlatmak istediğini en iyi biçimde ortaya koyamamanın sıkıntısını çekiyor. O sıkıntıyı aşan, sanat dilini kullanabilen belli ve az sayıdaki kişiler oluşturuyor. Ortaya koydukları yapıtlarla sanatçılıklarını kanıtlayabiliyorlar. Diğerleri kanıtlayamıyor. Sanat dünyası içinde yerini alarak sanat adına saygı duyuluyor.
Gerçek anlamda sanatsal duyarlılığıyla yaşayan bildiği üç beş sözcük de olsa onları bilinenlerin dışında bir yüklemeye götüren çok insan var. Çocuklar da öyle gerçekten çok güçlü resimler yaparak hiç bilemediğimiz renk uyumları sağlayabiliyorlar. Çocuğun kendisi daha büyük bir sanat. Onun gözleri bizim gözlerimiz gibi her şeyi nesnelere dönüştürerek banallaştırmıyor. Her şey onun için anlam yüklü ve anlatımı kolaylaştıran çarpık çurpukluklarla ortaya çok özgün bir görünüm çıkarıyor. Çocukluğunu yitirmeyenlere de sözüm yok. Miro’yu unutmayalım. Bunlar içlerini yakan sorunları dile getirmeye zorlansalar da yaşam ve yaklaşımları sürekli ayrıcalık gösterir. Bizleri gerçekten çok etkileyen kişilerdir. Kimileri çok sessiz ve salt kendi duygularını pek dışa açık da tutmazlar. Dertleri, tasaları öylesine büyüktür ki, onlar arasından kendini seslendirebilenler olursa, bir sorup bin ah da işitirsiniz. Bilinmeyen kahramanlar olarak yaşamın sorunlarına katlanamayacak denli güçsüz olanlar erken göçüp gidiyor. İnsan deyip geçmeyelim. Bilinen, bilinmeyen her türlüsü vardır. İnsan olduğunun gerçeğini duyumsamış olmak sanatla eş değerin kazanıldığı bir ayrıcalıktır.

Sanatçılar arasında ünlü olanlarla ünlü olmayanların oran ve niteliği nedir?
Sanatsal güçleri en az bilinen ünlü sanatçıların düzeyinde olup da tanınmayan, bilinmeyenlerin sayısı ünlülerinkinden beş on kat daha yüksektir. Bu nedenledir ki ne yeni sanatçı araması biter ne de bilinmeyenlerin... Bunu sanatta gelişip ilerlemiş ülkelerin genelinde düşünmek gerekiyor. Niteliklilik açısından bakırsa ünlü olmayanlar arasında çok üstün yetenek ve nitelikliler vardır. Sanat dolambaç arkalarında bir yerde bulundukları için ünlülüğün çıkış yoluna uzak düşüyorlar. Çoğunun ünlü olmayı da pek taktıkları da yok. Dünya umurunda bile değil gibidirler, tüm yüklendikleri ağır sorumluluklara karşın. İşte yaşam, işte insan ve işte sanat... Ünlülük pazar ekonomisinin kendi kuralları içerisinde var olan taşıyabilirlik gücündeki alım oranına bağlıdır. Taşıyabileceği sayıda ve kendi istemlerine uyanları öne çıkarır. Dışta kalan o denli güçlü ve nitelikli sanatçı var ki ünlülerin sayısını kat, kat geçer. Sanatın bilinenin dışında ne büyük gücü olduğunu bilmekte yarar var. Bir bakıma bilinmezliklerin gizemlerindeki nitelik sayısal açıdan da varlığını sürdürmektedir.

Bir yapıtı doğru anlayabilmek için ne yapmalı?
Bir yapıta nasıl bakılması gerektiğine ilişkin önceden temel ön bilgiler edinmeli. Elde edilen öğelerin sanatın oluşumundaki katkıları, yönlendirmeleriyle nasıl etki yaratılmak istediğini anlamaya çalışmalı. Bizim bildiğimiz, gördüğümüz nesnelerin dışında ne gibi anlamlar yüklediğine bakmalı. Bir yapıta bakarken tanıdık ve bildik nesne ya da figürler aramak yerine o nesnelerin hangi erek için kullanıldığını kavramayacak gözle incelenmeli. Soyutlamanın başarısını göz önünde bulundurmalı. Elbette karşımıza, bir seziş gücünün yeterliliğinin olup olmadığı da çıkıyor. Sanatsal öğeler bir resimde nesneleri kendi diline çevirerek onlara sanatsal değerleri katar. Sanatsallığı oluşturan öğelerin gücünün ne olduğu bilinmedikçe bir yapıta doğru bakılamaz. Sanatın kendi değerlerini öğrenerek bir yapıta o açıdan bakabilmeli.
Bu işe Mona Lisa’dan başlamak en doğrusu. Mona Lisa’ya bakarken kaşsız bir kadın görmemeye başladığında bu iş başarılmış demektir. Çünkü Mona Lisa kaşsız ya da kaşlı, orada bir kadın yüzü yapılsın diye yapılmamıştır. Bakışın doğruluğu oranında oradaki bir kadın yüzü her adımda bizden uzaklaşır. Resim görmeye başlarız. Ola ki kaşsızlığa takılmış olalım. O resimdeki sanatsal dili kaşa gereksinim duymuyor gerçekten. O dilin akıcılığını bozardı. Bizi sanata yaklaştıran soruları engellerdi. Özellikle kendini eleştirmen gibi görenlerin birçoğu kaş ve gülümsemeyi öne çıkararak bizleri o resmin sanatsal duyarlılığının büyük etkisinden uzaklaştırıyorlar. Leonardo bir kaya resmi yapsaydı o gülümsemeyi yine kullanacaktı. Bizi sanattan uzaklaştıranlar için daha da ilginç olurdu, Leonardo işin bu yanının ilerisini göremedi demek(!)...

Sanatın gerekliliği altında yatan gerçek nedir?
Korkudur. Duygularımızın ilki ve bugüne gelen en ilkeli korkudur. En güçlüsü, en etkileyicisi, en çok yaşanılanı, birikimi en çok olanıdır. İnsan gelişiminin milyonlarca yıl önceki gelişiminden bu yana olup bitenlere bakıldığında hiç bir zaman korkusuz yaşamadı. Her an yaşamın yok olacağı duygusu çok derinlere işliyor. Zaman dilimleri içerisinde korkuların türleri arttı, eksildi ve değişime uğradıysa da hiç bir zaman gücünü yitirmedi. Engelleyemediğimiz ölüm korkusu her ne denli çok büyük bir ahmaklık olsa da, bugün de en büyük korku olma gücünü koruyor. O korku ondan ders alıp bizi daha insan yapıyorsa kalsın, derim. Nasılsa ölüm var diyerek her türlü kötülüğü yapan da var. Sanat da ortada bir yerde duruyor. Milyonlarca yıldan beri yaşadığımız korkular bizimle birlikte bugünlere dek taşındı. Bundan sonra da taşımayı sürdüreceğiz. Sanat öyle bir oluşum ki tüm bu değişken ve çok etkileyici korkuları güzelduyunun potasında insanı korkulara karşı yeni bir güçle dengeliyor. Bir bakıma insanlığın sonuna dek ölümsüzleştiriyor. Yine de bugünümüz baştan aşağı sorgulansa ve gelinilen son nokta Freud’a sorulsa...
İnsan o korkularla sığınacak yerler aradı. Tanrıya dek ulaştı. Meleklere ulaştı. Şeytana ulaştı. Cinlere ulaştı. Tinselliğe ulaştı. Korkuyu yenmek için oyalandı güzelliklerle, güzel olanı daha güzelleştirmeye ulaştı. Yontulara, resimlere, masallara, mitlere, öykülere, şiirlere, seslerin ezgilerine ulaştı. Yeni, yeni yaratıcı duygulara ulaştı. Yaratmaya doymadı. Onları anlatan özgün dillere ulaştı. Tüm bunlar için dili yokken de anlatıma ulaştı, sanata ulaştı. Korkuyu hiç bir zaman yenemedi... Sanata sığınarak insanın evrensel boyuttaki öz benliğini ölümsüzlüğe ulaştırdı.

Günümüzde belli bir sanat akımı var mı?
Günümüzde sanat artık belli akımların arkasından gitmiyor. Her sanatçı bir başına bir akım da diyebiliriz. Kimi zaman belli bir akımın da araya sıkıştığı oluyor. 1985 yılında Almanya’da ortaya çıkan “Yeni Vahşiler” gibi... Son on yıldan beri de “Kavramsallık” yoğun bir ilgiyle yol aldı. Kavramsallığın bir akım diye düşünülmemesi gerekiyor. Picasso’da bunun öne çıkan örnekleri var. Belli etkiler öne çıkarken sanatçıların kendi bireysellikleri de bir akım gibi güçlü konumda olmayı başaranlarla akıma kapılıp da çarpılanlar da var.

“Kavramsal Sanat” günümüzde etkin bir açılım olmadı mı?
Her sanat akımı büyük bir açılımdır. Kavramsallık sanatta her zaman vardı. Günümüzde daha çok öne çıkarıldı. Etkin bir konuma getirildi. Böylece sanatın bu yönü de yoğun bir güncelleşmenin içine girdi. Bir arabada ilk bulunuşundan beri var. Kırmızı ışıklar arttırılınca dur kalklar sıklaştı. Fren kullanmak da çoğalmış oldu. Yollar kimsesiz, ışıksız ve hız yapmaya uygun olduğunda da hız vermek artacaktı. Sanat yapan her insana uymayabiliyor dur kalklar. Kendi özgünlüğünü bul da nerede bulursan bul. Kavramsızlıktan yeni kavramlar da çıkabilir ama; bu bildiğimiz kavramla ne derece uyuşur orası başka. Kim bilir çok daha iyi uyuşabilir. Sanat bu, nereden vuracağı belli olmaz. Karmaşa da bir düzemdir (sistem).
Anlayamadıklarımızın neler olduğunu anlamak da bir anlayabilmektir. Anladıklarımızın anlaşılmazlıklarla dolu olduğunu anlayamamanın anlamlarıyla doludur. Bir sanatçının en anlaşılır yanı anlaşılmazlığıdır. Sanatçının da en büyük korkusu anlaşılacak denli geri bir düzeye düşmesidir. Bence sanatçının en zor anı ona birinin “Ben sizin yaptıklarınızı çok iyi anladım!...” dediği andır. Çünkü o an sanatçıya hemen: “Ben nerede yanlış yaptım?” diye afakanlar basabilir.

Kavramsal sanat nasıl yorumlanabilir?
Klasik dönemde sanatçılar sürekli atölyelerinden çıkmadan oluşturuyorlardı yapıtlarını. XIX. Yüzyılın sonlarında sanatçılar doğaya çıkarak doğanın özellikleriyle birlikte yeniden bir araştırma ve duyarlılığın içine girdiler. Işığı, rengi bir başka duyarlıkta ele aldılar. Böylece bilime de katkısı olan birçok değerlere de ulaştılar. O zamandan sonra ister içeride ister dışarıda olsun anlatımın sunumu tuvalin içinden ulaşıyordu. Kavramsal sanat bizi yeniden doğaya ve yaşanılan alanın içinde, yaşamın oluşturduğu boyutlara çekti. Sanatın kaynağının içinde devinim olanaklarını kullanmaya doğru götürdü. Uzam bir tuval gibi kullandı. Tuvalin kendisini de o yerin bir parçası oldu. Bu bir emme basma tulumbası gibi zaman içinde birbirini güçlendiren devinimlerdir.
Anlamak için anlamsızlığın da bir anlamının olduğunu bilmek gerek.

Kavramsal sanatta gelinen nokta nedir?
Işıklarda sürekli dur kalk yapmanın insanı yorması gibi burada da bir yorgunluk belirdi. Bilinenler yoğun biçimde konuşulduktan sonra benzerlikler ve yinelemelerle karşılaştı. Dur, kalklar coşkuyu azaltmaya başladı. Arada bir durup dinlenme ve yavaşlama da gerekiyor. Geniş ve düz yollara varmasını bilmeliyiz ki yeni herkes kendi dilediği bir hızı kazansın. Dağlara da elimiz ayağımızla tırmanmak da kendi içimizdeki bir hızdır. Sanatın boyutu her yöne doğru gidecek genişliktedir. Kavram karmaşası olmaması için tekdüzeliğe varacak denli daha öteye gidilmemeli. Kavramsal sanatta bu tür bir açmazın görünümleri belirdi. Çok mıncıklananınca cıvıklaşır, cıvıklaştırılır. “Yeni Vahşiler” ilgi çekince herkes oraya yönelmişti bir ara. Geriye bir kaç ad kaldı. Bu yolda atılımlar çok para var girişkenliğine dönüşünce içtenlik bozuldu. Kavramsal sanatta da böyle bir gereksiz yığılma oldu. Bozanların sayısı artmaya başladı. Kendini iyi sanatçıymış gibi göstermek isteyenler bilir bilmez işler yapmaya başladı. Mıncıklamalar arttı. Tekdüzeliğin olumsuzlukları can sıkmaya başladı. Her şey öyle kolay değil. Kavramsallık varlığını sürdürme çabası içinde kalacak. Başlangıçtaki hızı kesilmiş olarak elbette.

Sanatın görevi nedir?
İnsanı ve yaşamı güzelleştirmektir.

Soyut ve somut sanatı birbirinden ayıran noktalar nelerdir?
Somut sanat diye bir şey yoktur. Sanat soyut değerlerin egemenliğini kurmakla yaratıcılığa ulaşır. Soyutlanmanın varabileceği en son noktada sanatlaşır. Somut denilen görünümler yeterince somut bir noktaya varmamışsa sanatı unutmak gerek. El Greco’nun yaptıklarına ne derece soyut demek gerekiyor? Rembrandt’ın vitrindeki et artık konunun ve somut görünümün sanatın sorunu olmadığını vurgulamak içindi. Nesnelliğe yönelik sanat anlayışı insanların sanatı anlamasını kolaylaştıracağı yerde zorlaştırıyor. Sanatsal değerlerin eşit ölçüde olduğu iki resimden biri çiçek olunca sevilecek, inek pisliği oluca da iğrenilecek. O resimlerden birindeki sanat değerleri güme gidecek. Diğerindeki de çiçek olduğu için güme gidecek. Çünkü salt çiçek olduğu için bir resim sevilmez. Sanat diye değil, çiçek diye seviyor, inek pisliği diye iğreniliyor. Bu anlayışın ağır bedelleri de ödenmiş olacak. Her şeyden önce somut değerlerin oluşturduğu değerlerle sanatın var edildiğini daha açıkça öne çıkaran nesnelerden uzaklaştırılmış çalışmalardır. Olmayan somutluğu insanlara sunmanın yararı da yok.
Elbette nesnel öğelerin sanatsal anlatımla kendi işlevselliğini değişikliğe uğratan resimler yapılacaktır. Orada karşılaşılan soyutlamaların yarattığı değişimlerin açıklanması, anlaşılmayı kolaylaştırabilir. Sanatın ele aldığı ve çözmeye çalıştığı sorun bu değil. O soyutlamayla çözümünü yapıyor. Bizler o çözümü anlamakta zorlanıyoruz. Soyutlamanın içinde nesnellik arayarak anladığımız kanısına varıyoruz. Nesnelliği görmek soyutu somutlaştırmaya çalışmak anlamına gelir ki bu noktada sanatı unutun. Nesneler değil sanatın kendisi önemli.

Somut sanatın olduğunu söyleyenlere ne demeli?
Sanatın ve sanatçının adı kullanmadan bu soru sorulsaydı daha doğru olurdu. Somut sanattan söz etmek somuta yönelik bir anlayışı belirtmek için değil, bilinen nesnelerin soyuta nasıl gittiğini açıklama sınırında kalmalı. Bir bakıma anlatım kolaylığını sağlayacak bir dil için gerekli olabilir. Somut sanat yapma tasasıyla sanat yaptığını sanalar lokantacılık, fırıncılık yapsalar daha iyi. Manavlık onlar için yüksekte bir düzey sayılır.

Somut sanat diye bir şey neden söz ediliyor?
Sanattan anlamayanları aldatarak kolay yoldan çok para kazanmak için. Kimileri de bilmediği konuda bilgiçlik taslamak için...

Sanat neden soyuttur?
Duygular ve ham sezilerimiz belirgin olmadığı için. İnsan duyguları geliştikçe hamlıktan kurtulur, daha çok soyutlaşma gereksinimi duyar. Somutlaştıkça erinçsizlik büyür. Yaratıcılık da olmaz. Yunus Emre’nin dediği gibi her insanda kendinden içeri bir ben daha var. Bundan daha iyi bir soyutluk olabilir mi? Kendi gerçeğimizin özünü sakladığımız bu benlik gerçek değerimizin ancak duygularla sezilebildiği bir yerde duruyor. Anlaşılır olmasını istesek de bir türlü anlaşılır kılamadığımız duygularımızı anlatmaya somut söylemler işlenmemiş hamlıkta kalıyor. Somutluk bir kaya gibidir. O taşa Michelangelo ve Roden gibi kendi tinimizden can katarak onu taşlıktan kurtaramazsak ancak kayalar gibi sert ve dönüşümsüz kala kalırız. Zaman içerisinde taşlara bölünürüz. O taşlar da ne zaman kimin kafasını yarar, bilinmez.

Sanatçı nasıl olunur?
Elbette insanı oraya iten, patlamaya neden olan zorlayıcı bir güç çok çalışma gereklerini yerine getirmemizi ister. Gerçekten de olağanüstü bir güçle çalışmak gerekiyor. Tüm bu çalışmaların sonucunda sanatçı olunamayacağını da göze alarak sanata ve sanatçılığa soyunmalı. Başarı ve başarısızlığın ağırlığına katlanmak göze alınmadıkça sanata adım atılamaz; sanatçı olunmaz. Başarmanın yolu başarısızlıklarla cebelleşmekten geçer. Üstesinden gelemeyeceğini de göz önüne alabilirsen sanat için gerçek anlamda büyük bir uğraş verilmiş olur. Sunu başarısızlık da olsa en azından kendin olmayı başarırsın.
“Ben çocukluğumdan beri resim yaparım. Sanata karşı o zamandan beri ilgi duyarım...” demekle bir yere varılmaz. Bedeninin her yanı içimizdeki akıcılığı kokusuz bir tere dönüştürmedikçe bu sözlerle hiç bir yere varılmaz. Sanatı başarma ediminde o sözleri söylemeyi düşünemezsiniz bile. O anlarda insan kendine bile yabancı kalıyor. Her adımda neredeyse “Ben bu muyum?” sorusuyla karşılaşıyor. Boş şeylere ve sözlere zaman bulamazsın. Her soru başka bir soruya doğru çekip götürüyor. Müzik dinlemek istemişsindir, bir tek ezgiyi anımsayamazsın. Çay, kahve içmek istersin çalışırken. Soğuyalı saatler olmuştur. Kendinize geldiğinizde ilk soracağınız soru şudur: “Ben neredeyim? Kimim? Yaşıyor muyum?”
“Yolda giderken ayağıma biri bastı. Ayağımdaki ayakkabı çıktı ve ters döndü. Öyle bir duruşu vardı ki, beni çok duygulandırdı. Ben de çok duygulu olduğumu anladım ve sanatçı olmaya karar verdim.” demekle de sanatla bağlantı kurulamaz. Zamanı bu ve buna benzer düşüncelere verenler sanatın ne olduğunu hiç bilmiyorlar demektir.

Büyük sanatçı kimdir?
Sanatta evrim sürecindeki hızı değiştirerek evrensel boyutta yepyeni bir aşama yaratan sanatçıdır. Yaratılan aşamadan sonra dünya sanatı yepyeni bir evrensel çizgide yol alırken diğer sanatçılara geniş olanaklar ve yaratıcık yolları da açılmış olur. En büyük örnek: Leonardo ve Picasso’dur. Son dönemin bu alandaki büyük sanatçısı Joseph Beuys’tur. Her üç sanatçı da kendilerinden sonraki sanata sıçrama tahtasını oluşturmuşlardır. Bir sıkıntı söz konusu olduğunda onlara yeniden başvurma gereğini duyarız. İzlenimciliği yaratanların her biri birer sanat kahramanıdırlar. Büyüklükleri yadsınamaz.


Usta yâda büyük usta demek ne anlama geliyor?
Bir bakıma sanatçılar için kullanılmaması gereken söylemler bunlar. Marangoz, terzi, muslukçu, yapı yapma gibi bir meslekte çok ileri olmayı niteler bu sözler. Sanırım sözcük ve anlatım kısırlığıyla sanatçı için de kullanmaktan başka bir sözcük bulunamamasının sorunları yaşanıyor, demek oluyor. Ne denilmek istendiğini anlamaya çalışarak bir açıklama getirmekte yarar var. Çünkü zaman, zaman bu tür tanıtımlar beynimize tünüyor. Çift sarılı yumurta derken cılk yumurta çıkabiliyor.
Sanatta ayakları en sağlam yere basan, sanatın içinde bulunduğu çağdaşlığa yeni boyutlar katacak, en üst düzede başarı gösterebilmektir. Ölçü en üst düzeyde olmayı yakalamış olmaktır. Gelecekte de değerinden hiç bir şey yitirmeyen, sanatta örnek gösterilecek niteliğe erebilmektir. Sanatın içinde özgün bir yapının oluşturulmasıdır. Kasabanın en iyi öttüren zurnacısı olmak değildir sanattaki ustalık. Evrensel boyutlarda hiç bir zaman yitirilmeyecek bir yer edinmektir. Ayakkabıcılar içinde en iyi ayakkabıyı yapan ustayla ilgisi yok. Yapıtlarıyla vardığı sonuçların evrenselliğindeki yaratıcılık her yönüyle sanatın, yeni bir ya da bir kaç adım daha atmasına katkıda bulunanlara denilebilir denilecekse. “Büyük sanatçı” desek daha mı doğru olur? Her yapıt eş değerde olduktan sonra biz buna başka bir şey bulsak derim.
Kimi yerlerde koyunun olmadığı yerde keçilere “Abdurrahman Çelebi” denilmesi gibi istenilen nitelikten uzak da olsa öne çıkmış bir kaç kişi için “Usta” diyenler var. Zurnacının yanına bir de davulcu alarak seslerini daha çok yükseltmekle olmayanı oldurduklarını sananları sanat yanına bile yaklaştırmaz. Beynimizi yiyen bu seslerden uzak durup kulak asmamak gerekiyor. Yoksa davulun her tokmağı beynimizde değdiği yeri çürütür. Sözü edilecek anlamda bir yeri olanın evrenselliğin içinde bir yer alması gerek. Kendi kendine gelin ve güvey olanlarla sanat gerdeğe girmez. Dar bir bölge, alan ya da ülkede cahilin cesaretli olması gibi ortaya çıkmaya çalışanlar da olabilir. Dikkat, paçayı kaptırmayın, kudurabilirsiniz!...
Boyumuzu ölçüsünü aldıracağımız yer ve yerler belli. Eski deyimle endazesi bozuk olan yerlerdeki ölçülere bakarak altın almaya kalkarsanız altın kaplamalı bakırla dolandırılırsınız.

Her yetenekli çalışmakla sanatçı olabilir mi?
Güldürmeyelim insanı! Olamaz!...

Neden her yetenekli sanatçı olamaz?
Yetenek başarının yüzde otuzudur, Yüzde yetmişi çalışmadır. Çok uğraşıp da bu yüzde yetmişe varamama olasılığı çok büyüktür. Öylesine koşulların bir araya gelmesi gerek ki birinin, bir sözcüğün eksikliği bile çok büyük bir engeldir. Bir an gelir o bir sözcük birden bire kendinizi sanatın tam ortasında görmenize neden olabilir. Esin dalgasına o an tutulur, bir daha da kendinizi kurtaramazsınız. Çoğu Godo’yu beklemeye dayanamaz, yarı yolda bırakır. Kimi da sanata giden yol yerine sanata gitmeyen yol ve yöntemlerle yanlış yerlerde dolaşır. Çıkmazlarda eriyip gider. Birçok yetenek böylece silinip yok oluyor. Elbette çok kötü. Her yeteneklinin sanatçı olabilmesi en güzeli...

Yüzde yetmişi başarmak için ne yapılmalıdır?
Evrensel değerde yapıtlar ortaya çıkarılmalıdır. Uçmak için esin sayısını bilemediğimiz kanatları gerekli. O kanatlar yeterince olgunlaşmadan uçulmaz. Kaf Dağı’nı aşan ve kişiye özgü bir Zümrütanka...

İnsanı sanata iten güç nedir?
Daha önce de belirtildiği gibi insan olabilmenin kendisidir. Hep o içimizdeki belirsizliklerin somutlaşmayan duyarlılıkların içindeki boşluklarda sürekli büyük dalgalanmalar yaşanır. Öyle bir noktaya gelinir ki o dalgalar duvarlarınıza vura, vura sizi bir boğuşmanın içine sürükler. En kötü şey anlatamamak ve anlaşılamamaktır. Toplum içinde bir yer edinmenizin temeli buradadır. Her insan buradan bir şeyler bulup çıkarır. Kendini düzlüğe çıkarmanın erinçliğini yaşar. Bir türlü erinçleşemeyenler düzlüğe çıkmaya çalıştıkça yeni engebelerle karşılaşır. Onlardaki bu büyük eksiklik duygusu tamamlanmadıkça azalmaz. Her varış yeni bir insandır ve daha da insan olmaya giden yeni bir başlangıca ulaşır. Her engebeyi aştıktan sonra yeni bir engebenin düzlüğe çıkacağını düşündüren erinçsizlikler itici güçtür.
Sanata başlangıcın en belirgin noktası nedir?
Siyah beyazdır.
Bitişin en belirgin noktası nedir?
Yanıt: Siyah beyazdır.

Siyah beyaza indirgenen başlangıç ve bir kolaylık mı yoksa zorluk mu?
En zor yanını oluşturuyor. Sorun, hem ikisinin arasındaki alanı doldurmakta ve hem de boşaltmakta yatıyor. Var etmek ve yok etmek arasındaki en çetin yolculuğa çıkış denilebilir. Düşen düşer, düşmeyenler bizimdir.

Sanatçılar arasında sorunlar var mı?
Var!

Neden sanatçıların kendi aralarında sorunlar var?
Umarım şu şarkıcı ve türkücü ve mankenler değildir söz konusu olan. Eski deyimle icracı olan, şimdiki anlamıyla da şarkı türkü çığıranların kendi kendilerini sanatçı diye tanımlamış olsalar da sanatla ilgileri yok. Kim nasıl nitelerse nitelesin sanat adına onlardan konuşmayalım. Sanattan anlamayanlara karşı yutturmacalar her dönemde vardır. Yersen!... Onlar yer kapma yarışıyla geçimlerini sağlıyor. Her türlü bayağılığa inmek isteyenlere şaşmamalı. Aralarında sanat ve sanatçılıkla ilişkilerinin olmadığını yüreklice söyleyerek kendini bilenler var. Övgüye değer...
Gerçek bir sanat dünyasından söz edildiğinde onlar arasında da sorunların olmaması için bir neden yok. Buradaki sorunlar en sonunda Sezar’ın hakkını Sezar’a vermekle biter. Bir sanatçı baştan aşağı kendisiyle yarış içindedir. Sanat onu sürekli bir yarışın içinde görmek istiyor. Sürekli bir iç baskı var. Sanatçı da kendini aşma çılgınlıklarına varacak biçimde neredeyse gözü dünyayı görmez. Bir bakıyorsunuz her şeyle yarışa girmişçesine bir yoğunluğun içine girmiştir. Bu kaptırmacada önüne çıkan başka sanatçılar da bu yarışmadan payını alıyor. Oysa yarış ona ya da onlara karşı değil. Kendi içindeki yarış dışa yansıyor. Diğer sanatçılarla da birbirleriyle yarışıyormuş gibi görünüyor. Karşısındakini gücünün ne anlama geldiğini sezinliyor ve onu geçerek daha da güçlü olacağı duygusuna kapılabilenler oluyor. Bu da sanat konusunda beli tartışmaları ve çekişmelere neden oluyor doğal olarak. Sonuçta sanatla barışık bir varsıllık çıkıyor, ortaya. Hangisinden yana olursan ol, bir şey yitirilmez.

Sanatçılar birbirini neden kıskanır?
Gerçek sanatçılar kıskanmaz, destekler. Sanat insanın kendisini tüm duygularıyla en üst düzeyde bir yere ulaştırabilmişse bunun diğer insanlarda da yansımasını ister. Her insan erinçliğe ve mutluluğa büyük kapılar açmak ister ki toplumda karşılıklı anlayışın en güzel örneklerini yaşasın. Bu kapılar açabilirse toplum ve insan, güzelleşir; yücelir.
Geçmişte ünlü sanatçılar arasında buna benzer olaylar yaşanmadı mı?
Yaşandı. Sanatçının insan olduğunu ve onun da insan olmanın yanlışlarının olacağını unutmamalıyız. İnsan olmanın yanlışlarını taşımayanlar sanatçı da olamaz. Yanlış ve doğrularıyla onlar bize birer sanatsal anlatımla geri döner. Geçmişteki ya da yakın zamanın sanatını hiç bir zaman yinelemediğimize göre sanatçıların kıskançlık nedeniyle yapmış oldukları yanlışların da artık yinelenmemesi gerekiyor.
Düşen bir uçağın neden düştüğünü anlamak için uçakların kara kutuları var. Onunla kazaların nedeni anlaşılmaya çalışılıyor ki bir daha aynı nedenle bir düşme olmasın. Böylece günümüzde her türlü eksik ve yanlışları düzeltilerek uçuşlar en güvenli duruma getiriliyor. Uçmak insanoğlunun en coşkulu edimlerinden biridir. Sanat her koşulda her coşkunun en ileri noktasıdır. Bunları yaşarken de geçmişin yanlışları düzeltilmelidir.
Gerçek sanatçının kıskanmayıp desteklemesi gerektiğini bugünkü varılan nokta belirliyor. Sanatçı yapılan yanlışlardan yeterince ders almış durumda olmalı. Almamışsa elbette onun gerçek sanatçı olup olmadığı tartışılır. Sanatçının kara kutulara gereksinimi yok.

Van Gogh’la Cezzanne arasında geçende ne derece kıskançlık vardı?
Sanat dünyasının geçmişinde yaşanan en büyük acıların başında yer alır her ikisinin karşılaşmasının ardında kalanlar. Sorunu kıskançlığa bağlamanın çok ötelerinde bir sanatçının içine düştüğü böylesi acılı günlük yaşamın açmazlarından çok büyük ve öldürücü bir niteliktik taşımasıdır. Bir sanatçıya yaşatılan en küçük acının başkalarının yaşayacağı acılara göre değerlendirildiğinde bir gölle denizin büyüklük oranı gibidir. Bu nedenle Van Gogh yaşam koşullarının da getirdiği dayanılmaz ağırlığın ardından Cezanne’ın “Bayım, siz vahşiler gibi resim yapıyorsunuz!...” sözü Van Gogh’un tüm yaşam dallarını koparmaya yetti. Ayakta zor durmaya başladı. Bir tek inadı kalmıştı geriye. Kardeşi Teo’ya yazdığı mektuplarda bu acıların ne derece dayanılmaz olduğu da görülür. Dayanma gücüne bağlı inadı olmasaydı ölümü daha da öne kayardı. Çok da uzağa gidemedi de. Bir süre daha dayandı yaşama. Bilindiği gibi son resmini yaptığı yerde yaşamına kıydı. Cezanne o an en azından anlayamadığını söyleyebilirdi. Gerçekten de anlayamamıştı. Anlayamadığını bir başka dille söyleyince o dil zehirli bir oka dönüşmüştü. İstenmeyen bir çatışmadan alınacak gerçek anlamda büyük dersler var. Yinelemeyelim...
Kıskançlık diye değerlendirsek her yol Van Gogh gibi bir sanatçının ölüme gidişini kısaltıyor. Kiminin direnci daha da güçlenebilir. En iyisi kumar oynamamak. Eğer bugün de bu ve buna benzer bir tavır takınan sanatçı varsa gitsin savaşlara katılsın. Sanatı bıraksın

Sanatçıların özel yaşamında da bilinenin dışına çıkmaların olduğu ne derece doğru?
En sivri örnekleri Van Gogh, Gauguin ve Toulouse-Lautrec’in yaşam biçimleri ve davranışlarındaki sıradan dışılıklardır. Van Gogh, yaşaması için kendine zor para bulurken gebe kalan bir fahişeyi evinde korumaya alıyor. Gerekirse kadınla evleneceğini ve çocuğun babasız doğmamasına yardımcı olacağını da belirtiyor. Ne yazık ki kadın Van Gogh’un yaşam biçimine, düşünce yapısına ayak uyduramıyor, çekip gidiyor. İnsana ve yaşama böylesine özveriyle yanan bir sanatçı anlaşılmazların ve yalnızlıkların insanı olmakla baş başa bırakılıyor. Bir sanatçının acıları duyumsamasıyla her günkü yaşamın arkasından gidenlerinkiyle bir olmuyor. Başkalarını bin acı bile etkilemezken Van Gogh’a milyonda birin çeyreği olan acı yetebiliyor. Günlük yaşam biçimine uyum sağlayacak yüzeyselliği yok. Gauguin uygarlığın her türlü olanaklarını bırakıp Taitili yerlilerle yaşıyor. Oysa bankacılık gibi iyi bir işi de vardı. Toulouse-Lautrec fahişelerin içindeki ortamda yaşıyor. Varlıklı bir ailesi varken hepsini bırakıp o kadınlara daha yakın olmayı yeğliyor. O günkü koşullarda çocukluğundan kalan sakat ayağı nedeniyle alaya alınmadığı tek ortamdı. Ayağının sakatlığı bir cüzamlının duyduğu acıya denk gelecek ölçüde olmalı ki o da cüzamlıların bir arada yaşaması gibi buna benzer acı çeken bir toplumun öyle bir kesimiyle bir arada yaşamayı yeğliyor. Toplumun ne denli hasta olduğunun kanıtları tüm bu yaşam biçimini sürdürmeye kalkışmakta yatıyor. Keşke Van Gogh gibi her insan her olumsuzluğu olumluluğa dönüştürecek güçte olsa. Elbette kimi zaman dayanılmaz acılara da katlanmak gerekiyor. Kimileri için katlanılmaz da olabiliyor. Bu nedenle nereye dek katlanılacağını bilmekte yarar var. En zoru da bu. Duygular sınır tanımadığı için sanat ve sanatçı hiç bir yerde durmasını bilmiyor.
Günümüzde çok büyük iki dünya savaşı yaşandıktan sonra da savaşlar bitmedi. İnsanlar hasta bir yapıyı oluşturan topluluklarda yaşamayı sürdürüyor. Sanatçı bunu en kısa yoldan en etkili bir biçimde seziyor. Kendi içinde yaşıyor. Bu nedenle savaşa katılmak zorunda olanlar varsa da savaştan yana olan hiç bir sanatçı yoktur. Ne zaman savaşılmasını da en iyi bilen sanatçıdır. Kimi zaman kendini de büyük bir özverinin içinde görerek başkalarının yapmayacağını bile, bile yapabiliyor, sanatçılar. Nice yapılmaması gereken iyilik ve yardımları karşılıksız yapmaktan kaçınmıyor.
Beyninin sağ yanını kullanmak ona daha çok erinçler veriyor. Sol yanını kullansa ve birçok şeyin boşa gideceğini bilse de insana insan gibi yaklaşımda bulunmaktan kaçınmayanların sayısı çok. Sanatçı olarak çok büyüktür, bir bakarsınız çok küçük şeyler karşısında diz çöker. Şaşırırsınız. Çünkü sizin çok küçük dediğiniz şeyin sanatçı için neden çok büyük ve diz çökülecek bir değer olduğunu ancak o anlayabiliyor. Bir çocuk karşısında diz çökmesini bilenler sanatçılardır. Söz konusu olan insan ve insan sevgisidir. Sevgiler büyütülmek ve önünde diz çökülmek içindir. Yoksa nasıl koruyabilirsiniz güzellikleri, sevgileri, aşkları ve insanı? Sanatçı kimi zaman bizlerin şaşkınlığına neden olacak küçüklüğü gösterirken bu onun altındaki büyüklüğü yaratan bizim göremediğimiz bir tutarlılıktır. Onu bizim eğilmeyeceğimizin karşısında eğilir görünce: “Vay be gözümüzde büyüttüğümüz insan bu mu?” dersiniz. Oysa siz onu hiç bir zaman büyütmek istemeyip küçültmek istemişsinizdir. Onu da bir fırsat bilirsiniz. Eğer neden öyle yapıldığını sorabiliyorsanız, siz büyüksünüz. Belki de sanatçıyı anlamaya çalışacak küçüklüktesiniz... Çoğu sanatçı yıllar sonra anlaşılacak tutarlılığının acısını hak etmediği bir biçimde çekmek zorunda kalır. Yedikleri darbelerle de her şeyden elini eteğini de çekenler var.

İnsan niçin sanata bu denli önem veriyor?
Köpeklerin gözüne baktığımızda neleri yitirdiğimizi anlayanlarımız olduğu için. Anlamayanlar anlamasalar da onun yarattığı sorunları anlamadan yaşıyor. Yok olmanın boşluğunu doldurup anlamlandırmak için sürekli arayışlardayız. Var oluş başlar başlamaz yok oluşun korkuları da başlamış oluyor. Bir çocuğun yaşam deneyimi hiç yok denilecek denli azken taşıdığı canı nasıl korumak istediğine ve korkularına bakarak da insanın ve canlının ne anlama geldiğini kavrayabilir, onun büyüklüğüne saygıyla eğiliriz. Bunu bilen ve anlayanlar hiç kimseyi incitmek ve öldürmek istemez. Yaşamla ölüm arasında bu denli gerçek anlamda çok büyük bir boşluk oluşuyor. Geldi ve gidecek. Zamanı da belli değil. Yarın ve yarından da yakın olabilir. Öyleyse niçin yaşıyor? Var ve varlığının yansılamalarını kanıtlarsa yaşam anlam kazanarak büyük bir boşluğa en etkin yanıtı veriyor. Var olmanın güzelliğini kendindeki güzelliklerle de süslemek istiyor. Kendimizce en değerli işlevselliği güzelleştireme duygusu sağlıyor. Ne denli güzellik, o denli büyük insanlık. Yok oluşa bir perde çekiyor, bir duvar örüyor. Ölümden sonra da var oluşla buluşuyor. Daha ne olsun ki? Ötelerin de ötesi bu işte.
Bir sanatçı hiç kimsenin veremeyeceği özverileri vermeye kalkacak güzellikte dilini bulunca sanata önem vermek de insana ve yaşama daha yakın olma duygusuyla erinçleşiyor. Yaşam güzelleşiyor; kendisi güzelleşiyor. Kim böyle olmak istemez ki?

Sanatın insan üzerinde neden bu denli büyük etkisi var?
İnsan bundan daha öteye kendi büyüklüğünün gerçek değerleriyle karşılaşamaz. Hep bir şeyler olduğumuzun gizli bir gücünü duyumsarız. Biz bir şeyiz ama ne? Onu olmak isteriz. Yanıtını arar dururuz. Benliğimiz, benliğimiz, benliğimiz; korkularımız, korkularımız, korkularımız; ölüm, ölüm ve kaçınılmaz ölüm... Senliğimiz, benliğimizin yok olduğu nokta. Bulamayız bir türlü çözümünü. Ararken de kendimizi soygunlar yapan, insan öldüren acımasız bir duruma da düşürebiliriz. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olabiliriz. Öyle ortalara çıkıp da kendisi için yavşak ağızlarla “Ben sanatçı olmadan şöyleydi; sanatçı olduktan sonra da böyleydi...” cıvıklığıyla sanatın üstümüzde yarattığı gerçek etkiyi anlatmaya kalkanlar içlerindeki bozulmayı ayna gibi ta dibine dek gösterme başarısını tam onikiden vurarak gösteriyor. Her şey bu denli kolay ve yoz değil.

Sanatçıyla deli arasında benzerlikler var mıdır?
Her ikisinin de yaptığı başlangıçta anlaşılmaz.

Sanatçıyla deli arasındaki ayırım nedir?
Delinin yaptıkları tutarsızıdır. Sanatçınınki tutarlıdır.


Sanat nerede başlar?
Elde edilen tüm bilgilerden sonra nereden geldiğini bilemediğimiz duyumsamalarla sarsıntıya neden olan erinçsizliklerin içimizde yarattığı eksikliklerin tamamlanmasını istediğimiz zamanın bir yerinde yaşamı anlamlandırmak istediğimiz, güzelleştirmeye adım attığımız anda başlar.

Sanat nereden yapılır?
Her şeyin kafa ve yürekten öteye çok büyük bir hıza eriştiği anda neremizin kaşındığını bilmediğimiz bir yerden yapılır. Biz beyin ve yürek dediğimiz iki gücün birleşmesiyle sanat yapamayız. Kafada, iki kere iki dört eder. Yürek de bu buluşu coşkuyla alkışlar. Gerisi yok. Gerisi yoktan sonra yeni bir devre ve evreye bağlanıyor: SANAT. Beyin ve yürek devre dışı kalmadıkça sanata giriş yapılamaz. Nasıl oluyor, sorusuna takılıp boşuna yanıt aranmamalı. Gerisinden sonrası varsa siz sanatın içindesiniz. Yoksa ömür boyu o soruyu sorarsınız. Sorulmasının bir zararı yok. Zaman yitimi, kafa yorgunluğu... İnsan elbette yaşam boyu ek bir şeyler yapmak ister. Kimi sanat yapar; kimi soru sorar, yanıt arar. Akıllı düşününceye dek deli de dereyi geçer.
Yürek ve kafayla ancak belli yerler ve yurtlar edinebiliriz. Bilinmeyenlere yolculukta kafa ölçer biçer, erimi belirler. Yürek de “Buralardan sıkıldım!... derse yola çıkarlar. Başlarına bir iş gelmesini hiç istemezler. Sanat oralarda dolaşmaz. Başına ne gelip gelmeyeceğiyle hiç ilgilenmez. Atar kendini bilinmezliklerin içine. Yeri yurdu belli olmayan boşluklarda kanat çırpar; taşa çarpar, duvara çarpar, dağa çarpar... Kolu, kanadı kırılır yine uçar. Mantığı yok çünkü. Yürekle kafayı birleştirdiğimizde ortaya süslü bir nesne çıkar. Yürek kafaya dekor oluşturur. Öyle olmasaydı aşklar bitmezdi. Sanatla aşkı ayıran nokta da budur. Seviler(aşk) biter; yeniden başlar. Sanat bir başladı mı, bitmez. Sanatı nesneye dönüşecek hiç bir şeyi barındırmaz. Sevi gibi bir duygu değil. Nerede bulunduğu belli olan yerler sanatın uğrak yeri değildir. Bisikleti sürerken, nasıl sürdüğünüzü düşünmek istediğinizde düşebilirsiniz. Düşünmeye ve bilinen duygulara zaman kalmadan sanat, kendini oluşturan özgün belisizliklerine ulaşır. Bir dağı hiç sorgulayıp süslemeden başka bir anlama sokabilir. Taşı eritir Leonardo gibi; eriyiği katılaştırır Michelangelo gibi...

Sanat yaparken kafa ve yüreği çıkardığımızda geriye ne kalıyor?
Elle tutulur gözle görülür hiç bir şey kalmıyor. İki boyutluluk siliniyor. Sanatın bizleri edime zorladığı nokta buradan başlıyor. Devreye sanat giriyor. Kafa ve yürek herkeste var. Sanat yapmaya yetseydi herkes sanat yapardı. Kafamız ve yüreğimizle ortaya çıkan sonucu değerlendirebiliriz. Elle tutulur gözle görülür, sözle söylenirlik ortaya çıkarılır. Her şey olup bittikten sonra kafa ve yürek devreye girebiliyor. Ortaya çıkan sonucu sanata ilişkin elde edilmiş bilgi ve deneyimlerle eleştirirsin. Sanatsal çizginin neresinde olup olmadığını saptamaya çalışırsın. Beğenirsin, hoşlanırsın, seversin ya da tam karşıtı...
Sanat serüveninde kendini sanatçı diye gösteren, gösterilmesine çalışan çok kişi var ama sanatın kalburunda elendikten sonra geriye çok az taş kalır. Sanatın eleği deyince her deliğin dev delikler olduğu unutulmamalı. Dağı elesen alta düşer. O deliklerden aşağı düşmeyecek büyüklükte olanlar da küçücük elekler kullanarak sanatçı kimliği almak isteyebilir. Sanatın kendisi ne derse sanat ve sanatçı odur. O elekten elenip alta düştükten sonra ele eleyebildiğince. Sanattır yüreği çırpıntıya sokan; yürek sanatı değil. Bizi bir yerlere alıp götüren duygular tüm bedenimizde etkin devinimlere neden olur. Yürek de bunlardan biridir.
Sanat duyarlılığı, birdenbire bir çığlığı nereden attığımızı bilmediğimiz bir yer. Bizi bir güzellik karşında hiç bir şey düşünemeyecek duruma getiren belirsizliğimiz. Bir yok oluş bir yitimdir bir an. Belli ki yıldız kayar gibi bir an karanlıkta parlak bir çizgi ve ardından yine karanlık... Ne olup bittiğini anlamak istediğinizde anlayamazsınız. Bir şeyler sürekli her yerinizi çalkalar. Sarsıntıların yeri belli değildir. O an size her şey olabilir. Derin bir üzüntü ve bunalım gibi, bedeninizin her hücresinde duyumsadığınız aşırı bir coşku... Yüreğimizi çok büyük bir çırpıntı ve sıkıntıya sokup duyguları da içine alarak allak bullak eden gücümüz. Sevinç gözyaşlarımızın gerçek ağlamaktan daha başka olması. Çok büyük bir umarsızlığa düştüğümüzde neler düşündüğümüzü ve anlamların bilmediğimiz başka anlamlara dönüşmesine anlam veremediğimiz anların bilinmez sıkıntılarıdır.
Biri yüreği ve kafasıyla sanat yaptığını söylüyorsa orada sanat adına sözden başka hiç bir şey yok demektir. Orada gerçekten sanat varsa kafa ve yürekten yapılmamıştır.

Bugüne dek böyle sanat yaptığını ve öğrettiğini söyleyenler için ne demeli?
Kasaplık manavlık ve özellikle fırıncılık yapsınlar daha iyi demeli. Onlar hiçbir zaman ne sanat yaptılar; ne de sanat öğrettiler. Suyu bulandırıp havayı puslandırdılar. Kurt oldular. Bizler de koyunsak, telef edecekler. Suyun nasıl arındırıldığını bilemeyişleri onları bir yanılgıya düşürüyor. Bizim de onların bulandırdığı sularda yüzüyorsak onların oltalarına takılan balık olma yazgısından kurtulamayız.
Bir insan bir anda hiç bir şey düşünüp tasarlamadan çılgınlar gibi sesler çıkarabilir, boya ve fırçalara saldırarak neyi nasıl yaptığına zaman bulamadan bir yapıtı oluşturabilir, oluşturmalıdır da. Van Gogh’un çalışma anında birden bire boyaları yediğini düşünün. Hangi kafa ve yürek bunu bize yaptırabilir. Yaptığının dıştan görünüşü yetmiyor. Kendini de sanata dönüştürmek ya da içi ve dışıyla sanat olduğunu duyumsadığı anla bütünleşmek istiyor. Mantık dışı bir zorlama başlıyor. Hallacı Mansur’un söylencesindeki “Enel hak!...” dediği nokta. Sanat dürtüsü sizi öyle bir duruma getirir ki hiç bir şey düşünmeye zamanınız olmaz. Neyin nereden geldiğini nereye gittiğinizin de ayırımına varamazsınız. Yürek ve kafayla yapıldığını söyleyenlerin böylesi anları yaşayamadıkları anlaşılıyor. Sanat yapmayı soğan soymak gibi bir şey sanıyorlar. Soyarken gözlerinin yaşarmasını duygularının etkisiyle olduğunu sanacak denli sanattan uzak... Çözümü böyle düşündükleri zaman sonucu sanatı başardıklarını sanıyorlar; bizlere beğeni kirliliklerini sokuşturuyorlar; beğenisizliği beğeni diye yutturmaya kalkışıyorlar. Sanat yutmaz, yutmasına da, biz yuttuk mu?
Sanatı değil kendilerini ve balıkları aldatıyorlar. Sanatı aldatmanın olanağı yok çünkü. Sirkteki palyaço bu çizgiyi çok zaman aşarak kendiliğindenliğe engel olamayacak denli sanata yaklaşabiliyor. Bir an içimizden geldiği gibi hiç bir şey düşünmediğimiz noktaya gelemedikten sonra ne denilebilir ki? Bu tür savlarla sanatı bırakalım palyaço da olunamaz. Sanatı kafa ve yüreğe bıraktığımızda onun istediği güzellik tinsellikten bedene dönüşerek anlamsızlaşıyor. Sanat denilince ille de elde bir şeyin olması gerekmiyor. Elle tutulmazlığındadır coşkuluk.
Sanata başlarken tüm bildiklerimizi unutmak gerek; başka bir çözüm yok. Tüm bilmediklerimizle de bitirmeliyiz. İşimiz kafa ve yüreğe kalsa iki boyutluluktan kurtulamayız. Sanat üçüncü boyut dediğimiz derinlik boyutunun içinde barındırır yeniden her boyutu. Oradan kaç boyut daha ileriye gider, bilemeyiz. Bilmemiz gereken şey, gittiğidir.
Bu nedenle de sanatçıya kendi yaptığını anlatmak hiç de hoş gelmez. Eğer o an anlatabilecek bir derinliği yakalamış olsa hiç anlatamaz. Yaptığı anda anlaşılmaz acıların bir daha yaşamasına neden olur. Onu o an yeni bir çalışma için kendisiyle baş başa bırakmak gerek.

Sanatçıya karşı yaklaşım ne olmalıdır?
Siz onu anlayacaksınız; onun sizi anlamasını beklemeyin. O anlaması gerekeni hiç sektirmeden sezgileriyle anlıyor nasılsa. Sanatı ve sanatçıyı aşağı çekmeye çalışmayın. Siz de yükseğe çıkmaya çalışın.

İnsanı anlamayan ve çok kaba davranan sanatçılar da var?
Eğer o gerçek bir sanatçıysa o an o insanı anladığı ve ona kaba davranılması gerektiği için kaba davranmıştır. Adamına göre dil kullanmıştır. Herkes iyilikten anlamıyor. Sanatçı da yaşamın ve insanın içinde bir yerdedir. O da insan.

Sanatçıyı tanımlarken duyarlı ve yumuşak bir yapısı olduğu anlayışlı ve karşısındakini herkesten daha iyi anlar diye düşünmek gerekmiyor mu?
Sanatçılarla insanlar arasındaki en büyük anlaşmazlık buradan kaynaklanıyor. Onun bir kalıba sokulması demek özgürlüğüne kısıtlama getirmek demektir. Birçok kişi kendi saçmalıklarına anlayış gösterecek biri olarak sanatçıya yakınlık duyuyorsa çok yazık. Bir sanatçının içinizdeki her türlü olumsuzluğu da anlayacağını düşünün ayrıca. Kendinizi ona yakın duyuyorsanız onunla özdeşleşmeye çalışın. O sizi anlar ve kendinden bir parçaya nasıl zarar gelmesini istemiyorsa sizin için de öyle düşünür. İşin gerçek boyutuna bakılacak olursa bir sanatçı her an tüm insanlık için o duyguların sorumluluğunu taşımaktadır. Öyle olmasa sanat yapamaz açıkçası. Sorumluluk duygusu bireyleri aşıyor. Tek boyutlu düşünülmemeli. Kimin yararına kimin zararına olacağı belli olmaz. Sanatçı her olumsuzluğa katlanmak zorunda bırakıldığında onun zararına olur. O da bunlara anlayışlılık, sanatçılık adına katlanmak zorunda bırakılmamalı. Ona kötülük yapılmış olur. Sanatçı tinsel ve bedensel bir hastabakıcı değildir. Onun yapıtlarıdır bizi ve onu erinçleştiren. Önünü kesmeyelim. Biz ona bu bağlamda yardımcı olup olanaklarını arttırabilirsek bizimle birlikte tüm insanlığın çok daha yararına olur. Sözünü ettiklerim gerçek sanatçıları kapsıyor.

Sanatçıyı anlamak ne demektir?
Onun yapıtlarıyla birlikte olduğu gibi anlamaya çalışmak demektir. Yapıtlarıyla, o sanatçının insanlığa katkısının büyüklüğüyle sanatçının ne derece büyük olduğunu anlamak yeter. Onu kendinize uyarlamaya çalıştıkça hem bizlerde hem de sanatçıda düşüşler başlar. Çok açık bir örnek verilecek olursa, ondan çok satılabilecek yapıtlar istemek bunlardan biridir. Ağır sorunlarla boğuşan zor koşullarda yaşayan sanatçıyı sanatından ödün vermesiyle bu durumdan kurtulacağına inandırmanın hiç kimseye yararı yoktur. Kişiliğinden özel ilişkilerde de ödün beklemek bir evi çatısını sökmeye benzer. O evin hiç kimseye yararı dokunmayacağı gibi, böyle bir sanatçının da artık ne kendine ne de başkasına yararı olmaz. Her gün yüreklere binlerce inen hançerin erinç yarattığı görülmemiştir. Sanatçı, bir ana gibi çocuğunu bir arabanın altından kurtarmak için kendini arabanın altına atabilecekken ondan gelecek kuşağın erincini yok edip tinsel ölümüne göz yumması beklenmemeli. Onun tek çocuğu yok. Tüm insanlık onun çocuklarıdır.
Gerçek bir sanatçı niteliğiyle çok büyük işler başaran sanatçılardan biri de Rotko’dur. Poliakof soyutta ne derece şaşırtıcı olmuşsa Rotko da onun şaşırtıcılığı altında kalmayarak soyuta çok daha özgürlükçü bir tini sokmuştur. Öylesine özgür ve duyarlı renk yüzeyleri oluşmuş ki düzlemlikleri aşarak sonsuzlaştırılan renklerin her biri bir uzay parçası. Onunla çalışan galeriler Rotko’yu kendi para kazanma hırsının içine çekmeye çalıştı. Ondan süreklice aynı türden resim istediler. O tür resimler kolay ve pahalıya satılıyordu. Ederleri de sürekli yükseliyordu. Sonunda galerilerin aşırı istemlerine dayanamadı. Kendi bildiği anlamda özgürlüğünü yitirmişti. Gittikçe bunaldı ve canına tak etti. Özgürlükler ülkesi(?) denilen ülkenin para tutsağı oluşuna dayamamdı. O bu tutsaklığa baş kaldırdı. Canına salt bu nedenle kıydı.
Malawich: soyutu bir siyah ve bir beyaz kareye indirgedi Sovyetlerde. Ondan bunu istemediler. O kendinden istenmeyeni yaptığı için dışlandı. O da canına kıydı.
Chrico: Metafizik sanatın en önde gelenlerinden, Bizler onu hep öyle tanıdık öyle bildik. Bu akımın en önde gelen sanatçısı olduğu için resimleri çok satıldı. Müzeleri doldurdu. Oysa o bir metafizikçi değildi. Sanatla felsefenin bir ayrışımcılığını ele almıştı ve başarıyı yakaladı. Uzun bir süreden sonra kendisinin metafizikçi olmadığını ve artık bu anlamda çalışmalar yerine daha özgürce çalışmak istediğini belirtti. Herkes ona sırt çevirdi. Sonradan yaptıklarının yüzüne bakılmadı. Hiç kuşkumuz olmasın onların değeri biliniyor. Chrico da bunu bildiği için inadının gücünü kullandı. Neyse eceliyle öldü.

Sanatçı dünyaya, yaşama ve yöresine nereden bakar?
Sanatçının kristalden bir kulesi vardır. Her şeye oradan bakar.

Sanatta başarının gizemi nedir?
Yanıt: Başkaldırıdır...

Sanatçılar naifliğin neresindedir?
Tam ortasında kendilerinin girebileceği büyüklükte açıp girebildiği boşluğun derinliklerindedir. Tam ortasında olmak yetmiyor çünkü. Her yol oraya çıkıyor. Orada insanı yutacak bir boşluk olmazsa sanat kendini nereye sığdıracak. Sanatın ve sanatçının sığınma kovuğudur; ini, mağarasıdır naiflik.

Naif özelliğiyle sanatçı kolay dolandırıl ılır, aldatılır anlamı çıkmıyor mu?
Çok doğru. O başkası istemese de sever. Sevgisi gerçekten çok saf ve naiftir. O oranda da kırılgandır. Sevdiği tarafından sevilirse sevmelerin toplamını sunar. Sevgi gösterene yüreği açıktır. Kimin içten olup olmadığını bu aşamada düşünmez. Bir kelebeğin bir kaç gün de olsa uçabildiğince uçmasını ister. İnsan ve seviye doyulmayacağını bilir. Sanatçı o seviyi anlamayanlarca sanatçının en zayıf noktası olan bu naifliğini, saflığını kullanılarak aldatılabilir, dolandırılabilir ve ölümüne neden olabilir de. Çok büyük acılar verebilir. Sanatçı için bir içindeki sevginin büyüklüğü açısından bir yitiklik söz konusu değildir. Sanatçıyı aldattığını dolandırdığını sananların ilkelliğini yüceltip ilkeli bireyler anlamında uygarlaştırmaz. Acımasızlığı azdırır. Onlar kendi kendilerini aldatır. Çünkü karşılarında evrensel anlamda değerleri taşıyan, o değerleri ortaya koyan bir güç var. Sanatçıya kötülüğün en büyüğünü yapabilirsiniz. İhanetlerin en alçakçasını da. Onu sürüm, sürüm süründürecek durumlara da düşürebilirsiniz. Yıkımlara da uğratabiliriniz. Yaşamayı sevmeyi de zehir edebilirsiniz. Sevgisini, insanlığını, iyilikseverliğini kötüye kullanabilirsiniz. Sanatçı için bunda utanılacak hiç bir şey yoktur. O kimseye kendi adına ve çıkarına ne yalvarır ne de yardım etmeye zorlar. Her zor durum ve koşullarda onun da yardıma gereksinimi olur. Kendine yediremez, kimseden yardım isteyemez. Onun gerçek yıkımı duyunç acısı duyabileceği bir yanlışlığı yapmak. Başkasına istemediği zararları vermek onu yer bitirir. İşte o zaman o acı duyunç gerektiğinde sanatçıyı istemeden acılara soktuğu kişinin acılarını yok etmek için ayaklarına kapanması gerekiyorsa kapanır. Bugünkü dünyanın insanlık yitimine baktıkça sanatçılığa soyunmak pek de parlak görünmüyor. Bunun boşluğunu şarkıcılar, türkücüler, mankenler doldurur. Vur patlasın, çal oynasın; kadehler dolsun boşalsın!... Al sana sanat ve sanatçı... İnsanı sanattan uzaklaştırmak ve duyarsızlaştırmak için yeter de, artar bile!... Açılsın artık gözler...
Gerçeğe bakıldığında dünyanın sanatçıların ayağına kapanacak duruma düştüğünü görürsünüz. Gerçeği anlayan ve gören kaç kişi?
Diğer yandan sanatsız bir dünya mı istiyorsunuz? Çok kolay. Gidersiniz inşaatlara tutar birini getirisiniz...
Sanattan ödün vermeden çalışan bir sanatçının yakaladığı o gücü kimse bilip anlayamaz. Vur patlasın; çal oynasına benzemiyor. Sanatın dışında elde edeceği hiç bir şeyde gözü yok noktasındadır; olmamalıdır. Bizlerden ayrılan en büyük özelliği budur. Sevileri ve insan ilişkileri de o duyarlılığın özverilerini taşır. O sevgisini, sevisini, elindekileri de insanlığın güzelliği mutluluğu için her zaman sanatıyla veriyor. İnsanların yapay mutluluğunu yaratan diğer nesnel varsıllıklarından uzaktır içinde yatan değerler. Herkesin gözü dört açılırken o gözlerini kapatıp bir kör olmayı başarabilendir. O en zor koşullarda bile nelerin koruma altında olması gerektiği bilincindedir. Çoğu zaman sanatçı siz istemeden verir. Değerlerin karşılıksız sunulmasının gerçek değerle bağdaştığını bilir. Sanat yaparak bu görevi sürekli yerine getirdiği için istenmeden verilmesi onun içinde her zaman yaşar. Kendi kendimizi sanatçıyı aldatmak adına aşağılayıp alçaklaştırarak aldatmayalım. Onun nesnel yitikleri, içindeki insan onurunun, sevgisinin, güzelliğinin varsıllığıyla oranlanamaz. Sanatçı nerede durduğunu bilir. Önemli sorun, bizim nerede duramadığımızdır.

Sanat ve insan bağlamında sanatın konumu nedir?
Yanıt: Buna en iyi yanıtı Giacometti veriyor. Ona soruyorlar:
— Atölyen resimlerinle dolu ve bir de kedi var. Bir yangın çıkıyor. Önce neleri kurtarırsın?”
— Kediyi
— Neden?
— Çünkü onda can var.
Azra Erhat gibi “Önce insan” demedikçe sanatçılığın temel direği yıkılmış olur. Can bir kez var. Yapıtlar yeniden yapılamaz da olsa insana can katan yeni, yeni yapıtlara her zaman olanak var. Yaşam hepsinden önceliklidir. Aynı suda iki kez yıkanamamak başkadır, o suda bir canlıyı boğmak daha başkadır. Sanatın akışı da böyledir. Akış ölmez. Her zaman yıkanırsın. Canlı ölür. Yaşam olmadan sanat olmaz çünkü...
Bırakalım bir sanatçının dünyası saf, naif ve çocuksu kalabilsin...

Sanatı neden kolay anlayamıyoruz?
Kendini ve insanı tam anlayabilen biri gelmiş mi yeryüzüne ki onun en uç noktasındaki güzelliklerin bilinmezliklerine çıkabilsin? Sanatçıya sorsan o da kendini anlayamaz. Biz de anlayamayız bir türlü. Bu da bir bilinmezlik. Bin yıl yaşasa bin yıl kendini sanatıyla anlatmaya çalışan biri kendini anlayamadıktan sonra biz mi anlayacağız? Neyse gülelim biraz.
Hepimiz sürekli tırmanıyoruz. Kimimiz hızlı kimimiz emekleyerek. Yavaş olanların sayısı çok. Yüksekte olan daha uzağı görür. Yukarıya çıktıkça anlaşılır.

Sanat, sanat için mi; sanat, toplum için mi?
Sanat her şeyden önce kendisi için sanat olmalıdır. O her zaman toplumun içinde, toplum da onun içindedir. Tartışmak isteyenler tartışa dursun. Sanat da hiç birine aldırmadan durmadan yol alıyor. Pili bitenler sanatı bir tartışma noktasında bırakmak için gerekçe arıyorlarsa bu onların sorunu.

Toplumsal anlamda sanatçının düşmanı var mıdır?
Bu bir iyiler ve kötüler dengesine bağlıdır. Ne denli iyi ve güzellik varsa o denli de düşmanlık vardır. İyi ve güzellikleri kendinde oluşturamamış olanlar en iyi ve en güzele karşı çok daha büyük bir düşmanlık beslerler. Hele hiç bir iyiliğin kötülüksüz kalmadığı bir çağda yaşadığımızı düşünecek olursak kötülüğü en başta sanatçılar hak ediyor. Doğru söyleyenlerin başında da onlar gelir. Sanatçının dostunu bulmak çok zor. Düşmanı sürüyle.
Özellikle sanatçılar politikacılara, politikalara çok ters düşerler. Yapıtlarının ve sözlerinin dilleri doğrudan yana olmayanlara karşı çok keskindir. Politikacının başarısı ne derece yalan söyleme ustalığı kazanırsa o derece ayakta kalabilir. Bu nedenle de sanatçılar onların en etkin ayak bağlarıdır. Önce onları kendi çizgilerine çekmek isterler. Yola getirmeye çalışırlar; sanatçıyı yoldan böylece çıkarırlar. Başaramazlarsa o dili koparmanın yöntemlerine başvururlar.
Olgun ve kendini bilen politikacılarsa sanatçıları sürekli desteklemişlerdir. Bunların sayısı devede kulak bile değil.
De Gaulle’ü ve yönetimini bir süre sonra Sartre çok ağır bir dille eleştirmeye başlar. Belli bir zaman eleştirilere dayanmaya çalışan politikacılar sonunda Sarte’nin artık çok ileriye giderek aşırılığa kaçtığını, dilinin kesilmesi gerektiğini düşünürler. Durumu De Gaulle’e açıklarlar. De Gaulle’in yanıtı: “Ben arkamdan kendime ‘De Gaulle Sartre’ı hapse attırdı’ dedirtmem!” der. Böyle kaç De Gaulle bulunur ki?

Politikayla sanatın uyuşmadığı mı ortaya çıkıyor?
Evet...

Politik anlamda çalışmalar yapan gerçek sanatçı yok mu?
Var...

Kim
En başta Rivera

Bu bir çelişki olmuyor mu?
Olmuyor.



Neden?
O çok büyük bir sanatçı. Her şeyden önce sanat yapıyor. Politika değil. Latin Amerika sanatının en büyük öncülerindendir. Politikanın değil. Politikaya da atılmış değil. Konularını insanların acı sorunlarından seçiyor. Umutlara doğru sonsuz bir açılım da var. Her şeyden önce sanatın kendisi var. Hanry Moor’un başardığını o da başarıyor.

Politika yapan sanatçı yok mu?
Var.

Onlarınki sanatla nasıl bağdaşıyor?
Bağdaşmıyor. Kendilerine yazık ediyorlar...

Sanata tam destek veren politikacılar yok mu?
Var. Türkiye açısından ikinci bir Atatürk çıkmadı bugüne dek. O bize kaşıklar dolusu bal sundu. Diğerleri bize: “Bir dirhem bal için bir keçiboynuzu çiğnemeye değmez.” dedirtiyor. Sanata için çaba göstermeyen, sanatçıyı korumayan politikacıların bir gün yararı olur diye beklemenin gereği yok. Her politika kendi görüşünü yükseltmek ister. Baktı olmadı başka görüşe kayar... Oradan kendine bir yükselme sağlamaya çalışır. Doğru olup olmaması önemli değil. Politikacının doğru söyleyenini de bir gün yaşatmazlar. Durum bu olunca sanatla ilgisinin de yakından uzaktan ilişkisinin olmadığı da görülür. Aman olmasın!... Politikacılar nedeniyle öldürülen sanatçıların sayısını saptamak olanaksız. Öyle çok sayıda sanatçı öldürüldü ki... Bir tek politikacının ölümüne bile bir tek sanatçının neden olduğu gösterilemez. Politikacılar gerektiğinde öldürür, sanatçılar da eceliyle ölenler içinde olmak üzere diğer sanatçılar gibi yaşamayı öldükten sonraya bırakarak ölmesini bilir.
Böyle olmasaydı her gün öldürülme tehlikesi yaşayan Goya da olmazdı. Birkaç yüz yılda bir, Atatürk gibi çok büyük devlet adamları mı beklenecek? Sanatçılar ne yapacağını onların gelmesine mi bağlayacak? Ölseler de bağlamıyorlar, geleni de selamlarlar...

Sanat bitiyor deniyor, ne derece doğru?
Elbette bir gün insan soyu biter ya da insan artık insanlık insanlaşamayacak derecede soysuzlaşırsa sanat bitmese de yapacak kimse bulamayız. İnsanın bugüne göre bozulma hızına bakılırsa insanlık kendi kendini yakında bitirecekmiş gibi davranıyor. Biterse sanat da gereksinim kalmayacak.
Diğer yandan günümüzde yaşanan insanlığın acımasızlıkla kıvandıran sorunlarının hiç olmaması gereken korkunç boyutlara ulaştığını düşünecek olursak, sanatın bitmesi bir yana sonsuzluğuna bir sonsuzluk daha katıyor. En başta dünyayı tümüyle 70 kez yok edecek güçte nükleer silahlarımız varsa sanata sığınmaktan başka bir yol yok. Böylesine dehşetli ölüm korkusu yaratıldığına göre bizler de içimizdeki korkuyu en ilkel özelliğiyle yaşıyoruz demektir. Sanata sığınmaktan başka bir yer kalmıyor geriye. Ona sığınınca insan olarak ileriye ne gibi somut adımlar atılacağını anlamak kolaylaşır.

Günümüzde sanatın bitme noktasına yaklaştığı gibi bir tehlike var mı?
Sanat bir yerde içimizde ki sessiz çığlıklardır. O biterse insan da biter, sanat da... Her büyümenin bir sonu vardır diye düşünenlerce sanat biter. Bunu sanatı bitiyor diye düşünenler kendilerini böyle bir sona yaklaşmış bulacak denli bitmiş görebilirler. Kendi sorunlarını sanata bulaştırmasınlar. İçimizdeki sessiz çığlıkların acılarına, coşkularına kulaklarını tıkamasınlar. Yaşam ve insanlık bitirilmek istense de sürüyor. Sanat yaşıyor. İnsanlık gerçekten çok zor günler geçiriyor. “. Dünya savaşı’nda da insanlıktan çok şey yok olup gittiyse de çok güçlü olarak geri döndü. O günler unutulduysa yeniden büyük bozulmaları göze almak zorunda bırakılabiliriz. İnsan yaşadıkça geri dönüşleri de olacaktır. Ulaşılmayan üzüme koruk demeyelim. Sanatla uğraşanların da midesini bulandırmayalım...

Bunu gerçekten çok ünlü bir sanatçının dediğini de biliyoruz. Onun bir yanılgısı mı?
Sanat umutla umutsuzluklar arsında hiç durmadan gidip gelir. Umutsuzluğa düşürülen bir sanatçı yaşadıklarına ve gördüklerine dayanılmayacak bir duruma düşerse bunu da der sonunda. Diyene değil dedirtene bakmalı. Bu bir uyarıdır. Kaynağı yaşamın ve insanın kendisidir. Kimi zaman sanatçı insana verilenlerle insanın algıladıkları arasında çok büyük boşluklar görebilir ve böyle bir korku yaşayabilir. Kimi zaman sanatçının resimlerini yaktığına ve canına kıymaya varan sonuçlar doğurduğuna tanığız. Eğer gerçek bir sanatçı böyle demişse bu insanlığın suçu. Onu oraya getiren bizleriz. Bunun üzerinde yeniden düşünmemiz gerektiği konusunda büyük bir uyarı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Diğer yandan sanatçı bitebilir, sanat bitmez. Sorunun yanıtı burada yatıyor. Mondrian’ın şu sözünü de unutmayalım: “Tanrım yaşam ne denli kısa; sanat ne denli uzun!...” Görüldüğü gibi kimi sözlerle sanat bitmiyor, demekle bitmiyor.


Sanatla para bir kefeye konularak değeri belirlenmek istenmesinin gerçeklerle ilişkisi var mı?
Andy Varhol, bir yapıt satılmıyorsa sanat değil diye buyurmuş. Sanatı paraya bağlamış. Satılmayan bir yapıtın değerinin olmadığını söylemesi onu bağlar. Altının yılan deliğinde bırakılır gibi bırakılmasının değerini düşürmek yılanlara bırakılamaz. Varhol tam anlamıyla düzenin tek başlı değil yedi başlı canavarıydı. Birçok sanatçıyı para diye canavarlaştırma yoluna itti ne yazık ki. Herkes işi gücü bırakmış para peşinde koşuyor; musluklardan para akmasını bekliyor. Bu işin sanatı mı kalır geriye. Para için laçkalaşmalar gittikçe artıyor. Sanat o laçkalıklara süreklice dur diyor. Yeryüzünün her yerinden fışkıran sanat ve sanatçı var. İnsanlık onlarla gelişiyor ve tinini yücelere çıkarıyor. Para edip etmediği değil insanlığa sanatın kazandırdığı her zaman önde gidiyor.
Bundan binlerce yıl önce de sanat vardı. Bugün de var. Halk ve halklar için çok güzel şeyler yapıldı söylendi. Kimse onların kaç para ettiğini düşünmedi. İnsanın ve insanlığın içine işledi doya, doya. Varhol tam da yaşadığı ülkenin insana yaklaşımındaki güncel bir sorunun sakatlığını dile getiriyor. Ona göre sanat demek para demektir. Bu da onun açısından özgün bir görüş. Bu onu bağlar. Kimi öyle der, kimi böyle. Görüldüğü gibi ne sanat bitiyor ne de satılmayan ama; gerçek sanat olan yapıtlar. Üzerinde düşünmeye değer olan gerçeklerdir bunlar. Sanat yapmak için çok şeye de gerek yok, para için canavarlaşmaya da...
Onun bu yaklaşımını açıklamasının üzerinde çok zaman geçti, neyse ki. Hiç bir yapıt yapılmadan da sanatçının olabileceği gerçeğini yakaladık. Satılacak yapıt da olmayabiliyor bu durumda. Varhol, kazandığı o denli para sonucunda paralarıyla gömülmedi. Onu gömüldüğü gömütünde rahat bırakalım. Sanat bize, biz sanata bakıyoruz; haydi işbaşına!...
Önümüze birden bire bir milyar doları sanat diye yığıverseler gerçekten ilginç bir sanat gösterisi olur. O bir milyarın ederi on kat yükselebilir. Şu an burada bu öne sürüldüğüne göre biri yapmaya kalksa bundan sonra alıntı olur. Çünkü bu sözlerle ortaya çıkan sonuç bir sanat edimidir ve o bir milyarı gözünüzün önünde düşünün ve böyle bir sanatsallığı yaşayın. Ortada para yok ama sanat var işte. Kim neyi alıp satacak? Sanat şu an görevini yerine getirdi. Okuyanlara parasız bir sanat sunumu yapıldı bile. İlle de para mı gerekiyor buna? Sanata böylesi savlar zarar verir. Bunlar salt söyleyeni bağlar, aptallar da üstüne alınır. Sanatın böyle olduğunu savunur. Sanatla birlikte sağlam durulmadıkça onun bunun sözünün arkasından gidenler emeklemekten başka bir şey yapamazlar. Kişiliksizlik deyip geçmeli...
O onu, bu bunu dedi diye durmadan oradan oraya koşturan ne zaman kendini bulacak ve ne zaman o da arkasından gidilecek bir söz bulacak ki? Boş verin!...



Yapıtların para etmesiyle sanat değeri arasında bir ilişki var mı?
Yok, çünkü; çok saçma bir şey. Nice yüksek ederlerle satılan resimlerin bir süre sonra beş para etmediğini görenler, yaşayanlar ve anlayanlar çok. Gerçek anlamda nitelikli yapıtların ederi hiç bir zaman düşmez, yükselir. O nitelikteki yapıtlar para piyasasına girmese de ederleri ondan aşağı değildir. Ne yazık ki piyasanın kendine göre bir alım gücü ve kaynağı var. Diğer nitelikli çalışmalar bu alım gücünün dışında kalınca satılmayabilir. Değer açısından değişen bir şey yok. Sanatsal değer açısından en yüksek düzeyde çalışmalar yapan kim bilir kaç milyon sanatçı vardır. Bunların ancak yüzde beşi sanata ayrılan kaynaktan yararlanabiliyor. Para ve satış konusunda diğer yapıtların para edip etmemesi sanatın gerçeğiyle bağdaşmıyor. Sanat o değeri en yüksekte tutmasını bilir. Yaratılan piyasanın o günkü koşullarına göre geliştirilen tecimsel bir yöntem var. Kötü yapıt, iyi tanıtım, iyi para ilkesi de geçerli. Kör at için bu yolla kör alıcılar daha kolay bulunuyor. Gerçek bir yapıtın para edip etmemesinin sanatsal değerlerle hiç bir ilgisi yok. Çünkü onun karşılığının ne olduğunu belirleyemezsiniz. O kendi ederini kendi içinde taşıyor. Onu ucuza kapatmak demek içindeki değere göre yapılmış bir ayarlama demek değildir. İnsana ulaşması için yapılmış belli ayarlamalardır demek daha doğru. Her şeyden önce evrensel nitelikte bir yapıt olması gereklidir. Sanat için para niteliksel bir değer değil; niceliksel bir destektir. Gerçek sanatçılar olanakları oranında çalışmalarına yeni çiçek bahçeleri ekler. Önemli olan çiçeklerin güzelliğindeki gizemliliğin duyguları ve duyguların gizemliliğidir.
Yaptığının sanatsal değerinin yetersiz olduğunu düşünenler sanatsal değer yerine ederlerden, paradan söz ederler. Tanıtım yapma olanaklarıyla öne çıkma becerisini göstermiş olması yaptığının değeriyle ederi arasında uçurumların olması için çalışır. Gerçekten sanatsal niteliği tartışılmayacak tanınmamış bir sanatçının çalışmalarının beş, on, belki de yüz katı ederle çalışmalarını satıp bununla övünenleri her adım başında görebilirsiniz. Çok büyük tuzaklar...
Almanya’da “ Yeni Vahşiler” diye bir akım ortaya çıkınca buraya yatırım da birden bire arttı. Parayı görenler yeni vahşiden daha vahşi oldu. Tüm Almanya sanat piyasası batma noktasına geldi. Çünkü alıcılar aldatılmıştı. Geriye az sayıda vahşi kaldı. Almanya bu yıkımdan sonra yeni önlemler alma gereğini duydu. Ederlerle edilenler arasında çok büyük oyunlar var.
Bir sanatçının sergide resminin üzerindeki ederi gören biri sanatçıya: “ Bu resim çok pahalı, bir uçak parası ediyor.” der. Sanatçı da: “Ben bir resmin uçak parası etmesine değil, bir uçağın neden bir resim parası ettiğine şaşıyorum...” der.
Sanatçının sanat çilesini ve yıllarca verdiği emeği, sıkıntıyı düşünecek olursak eder konusunda da çok duyarlı davranmak gerekiyor. Bir uçağın ederi ne olursa olsun onun gibi istenirse bir milyon uçak yapılabilir. Düşer, eskir yenisi gelir. Bir yapıt yok olursa yenisi gelmez. Bir yapılanın yerine de yenisi yapılmaz. İnsanlığa verdiği güzelliklerin hiç birini bir uçak vermez.


Sanatıyla geçinip yaşayabilme konusunda ne söylenebilir?
Sanatçıların en büyük derdi bu. Yüzde beşinin sanatıyla geçinebiliyor olmasın dışında kalanlara büyük ölçüde engeller oluşturuyor. Belli sayıdaki sanatçılara dudak uçurtacak boyutta ödeme yapılırken diğerleri neredeyse açlıkla karşı karşıya kalıyor. Sanatla uğraşan birinin kendini tümüyle sanatına verebilmesi için gerçekten sanatın dışında başka bir şeyle uğraşmamaları daha doğru olur. Geçim için başka iş yaparak gerçek gücünü gösteremedikleri gibi sanat çalışmaları için de kaynak yaratamayabiliyorlar. Sanatıyla birlikte bir bütünü oluşturan her sanatçı tüm ek kaynaklarını sanata yatırmak zorunluluğu duyar. Ne denli verimli olacaksa o denli olanakları eldeki geliriyle karşılamaya çalışır. “Aç ayı oynamaz!” sözünün burada da geçerliliğini koruduğunu belirtmekte yarar var. Sanatçı için sanırım bunun geçerliliği alt düzeyde kalır. Çoğu aç ama oynuyor. İlle de onları bir şey dürtüyor. Şeytan dürtse engel olur, sanatın dürtmesine olamıyor. Sanatçı ne eder, eder az olanaklarla da bir sanat köşkü kurar iç dünyasında. Taş buldukça yükseltir. Gerçekten de kötü bir durum. Her şeye karşın yokluklara, yoksunluklara dayanarak sanat için direnenlerin ne denli büyük olduğu yadsınamaz. Onlar sanat için savaşan yaralı birer kahramanlarıdır.
Öte yanda da sanatta başarılı olamamasına karşın sanat adına sanatla ilgisi olmayan çalışmalardan çok gelir elde edenler de var. Sanatın kaynağının yanlış ellere aktarılmasının zararı insanlık açısından çok büyük. Boşa yatırım. Anapara yitimi. Sanatından başka bir tasası olmayan sanatçının kendini öne çıkararak yetersiz olanaklarla tanıtımını sağlaması gerçekten hiç de kolay değil.
Belli kurum ve kuruluşların parasal bir tasası olmadığı için böyle durumda olan sanatçıları ortaya çıkardığı da oluyor. Yüzdesi yine de düşüktür. Galerilerin bu bağlamdaki işleri çok zor. Onlar yaşamalarını sanatçıdan çok sanat adına kazanacakları paraya bağlıyorlar. Kim çok satarsa ona öncelik tanıyorlar genellikle. Kimileri çok satsın diye galerilerin desteğiyle de yarışmalarda ödüller alıyor. Yeni bir ad onlar için hem yorucu, hem de zaman ve parasal yitik sayılıyor. Yine de aralarında geleceği ayakta tutmaya çalışırlar, gününü gün etmek istemeyenler daha sağlam bir yol buluyor. Belli oranda yeni adlara da yer veriyorlar. Bu da pek kolay değil. Kolayı seçenler bir süre sonra kağnılarla bir yere gidemeyeceklerinin ağır bedelini sanata ulaşamamak ve geç kalmışlıklarıyla ödeyebiliyorlar. Yine olan alıcıya ve insanlara oluyor.

Yeterli olanak olmazsa sanatçı nasıl başarılı olabilir?
Az şeyden çok şey çıkarmak sanatçının başarmak zorunda olduğu bir edimdir. Bunu başaramayanların yolu açık ve sanattan uzak olsun. Onlar ki bu anlayışla çok şeyden az şey bile çıkaramazlar.
Sorunun ikinci yüzüne baktığımızda yine ilginç bir durumla karşılaşabiliriz: Boyutun büyük ya da küçük olmasının sanatın büyüklüğüyle orantılı değil. Bir noktayı olabildiğince küçük kullandığınızda da noktadır onu bir çöl büyüklüğünce büyütseniz de noktadır. O çölün büyüklüğü dünyanın büyüklüğüne göre nokta etkisi yapar. En küçük nokta da bir kâğıt üzerinde o etkiden daha büyük bir etki yapmasını istersek, yapar. Evrendeki gökadalar da evrenin sonsuz büyüklüğünün yanında çok küçük birer noktadırlar.
Olanakları olmayan bir sanatçının küçülttüğü boyut bir bahçede dünyanın en güzel çiçeklerini yetiştirmeye benzer. Tüm insanlığın bu çiçeklerin verdiği hoşnutluğu yaşayabilmeleri için her tarafta sayısız bahçelerin yapılması gerek. Olanak verilirse olur olmazsa bir bahçede de olan olmuştur güzellik açısından. Yeter ki içimizdeki o güç bizi sessiz çığlıklarıyla bitmez güzelliklere doğru sürüklesin.
Şair Ali Yüce’nin dediği gibi, bir tarla çiçeği bir eşşek arısına verip bin yıl bal yapsın diye beklemeyelim. Bir bal arısı bir gülden de bal yapar bin gülden de. Bir gülden yapılan da bal, bir çiçekten yapılan da...
Herkesin doya, doya bal yemesinden yana olsak da bal yapacak arıya çiçek tarlaları arayıp bulmak o denli kolay değil.

Zor koşullar sanatta ne gibi olumsuzluklar yaratır?
Çağdaşlığı yakalayamamak olur. Bundan daha büyük bir olumsuzluk da düşünülemez. Uygarlaşamamak, gelişememek, ilerleyememek, her alanda geç kalmış olmak ya da gerilemek... Hödükleşmek... Az destek, az sanatçı sonucunda az gelişme ve duygu kütlüğünün insanlğı yok etmesi...
Sanat da bundan en büyük payı alır. Bir üstyapı kurumu olan sanat her olumsuzlukta kısıtlamaların yapılacağı ilk erim olur. Gittikçe güçsüzleşen, yeterli gelişmeyi sağlayamamış ülkeler insanlarını insanlaştıracak edimleri geriye atarlar. Hiç ilgilenmeyebilirler de. Karınlarını doyurmak istediğimiz bu insanların tinlerini aç bırakmak yıkımların en büyüğü olur. Karşımıza her türlü çirkinliklerin çıkarıldığı bir yaşam biçimiyle insan, kötülüklerin batağında kendini yitirir. Bireyciliğin, bencilliğin acımasızlığın öne çıktığı bir toplum sanatsız yaşamak zorunda kalacağı için artık onlardan insanlık adına çok şey beklememek gerekiyor. Bu yapıda olan bir topluluk, bir ülke geleceğini yok eder. Daha yaşarken ölür. Ozanlar dizelerindeki insan sözcüğünü çıkarırlar.

Sanat yöresellikten mi başlar yoksa evrensellikten mi?
Sanat evrenselliğe adım attığı zaman başlar. Geldiği yerin önemi yok. Moda Lisa’nın nereden başladığının temeli belli. Yöresellikten mi, evrensellikten mi? Kübizm nereden başlar? Atomun parçalanması kübizmin ayrışımcılığından başladığı gerçeğini unutmayalım. Yerleri yurtları neresidir? Işığın hızı Asya üzerindeyken ne, Afrika’da ne, Amerika’da ne, uzayda nedir? Biz kendimizi Asya, Afrika, Avrupa, Amerika diye parçalamayalım yeter!... Bütünleşelim; parçayı bütüne yeğlemeyelim...

Sanatı oluşturan temel öz nedir?
Bir şişeyle bir yüze aynı anlamda bakılması ve o nesnelerin yapısının kendileriyle ilişkisi olmayan başka bir öze dönüştürülmesiyle oluşturulan biçemdir. Dünya güzeline bakışla bir öküze bakışı birleştiren öz budur. Bir güzelle bir çirkini aynı sanatsal değerde sunabilmektir.

Nesnelerin yeni bir öze dönüştürülmesi sanat dili için yeterli midir?
Bu doğru ve temel bir başlangıçtır. Henüz sanat adına bir biçemin oluşmasına giriştir. Biçemin bir başına yeterli anlatım sağlamayacağının bilinmesi gerekiyor. Ona yardımcı olacak birçok sanatsal öğelerin de kullanılması gerek. Bir biçemle iç ve dışlar ilişkisini birbirine karıştırmak birlik sağlasa da kaynaktaki birliği bozar.
Dönüşümün hem özgün bir anlatıma hem de sanatın var olan çağdaşlığına yeni bir dil oluşturmaması durumunda yeterli bir özgünlüğe varılmamış demektir. Sil baştan...

Özgünlüğün sanatsal diline bir örnek verilebilir mi?
Her sanatçı buna birer bir örnektir. Anlamayı kolaylaştırmak için belli bir sanatçı ya da sanatçılardan söz edilebilir. Mondrian’ı örnek olarak ele aldığımızda başlangıçta ağaç ve ağaç dallarıyla çok yakından ilgilendiğine tanık oluruz. İlk çalışmalarında daha çok anlatımcı bir tavır izlediğini görüyoruz. Kendince istediği duyarlılıkta bir dil yaratamadığını duygusunun daha ilerisinde çok önemli bir dilin gizli olduğunu sezinledi. Doğanın ve insanın Yalınlığındaki anlatım gücünü gördü. Her şeyin duygularımızda ya dikeye ya da yataya gittiği duygusunun gerçeğini yakaladı. Gerek biçim gerekse renklerde bu anlatımın gücünü yakalamış oldu. Bir yandan da ağaç dallarından salt yatay ve dikeyler yarattı. Bu gerçeği bilip anlamayanlar belki de böyle bir sanatın olmayacağını düşünme yanılgısı içine düşebilirler. Bu tür yanılgıya “Kübizm” de düşülmüştü. Mondrian’da da düşen çok oluyor. Ölmeseydi salt bir çerçeveyle karşımıza çıkabilirdi. Renkler: Kırmızı, mavi, sarı, siyah, beyaz. Daha sonra tek çizgiler... Bir de bakmışsınız tek bir nokta...
Son zamanlarda tuvali tek bir renge boyayarak sunalar oldu. Bunu herkes yapar yapmasına da onların arkasında dağ gibi Mondrian. Arkanızda bir şey yoksa boşa yaparsınız. “Kafam esti, böyle oldu!”yla olmuyor. “Kafam esmedi, böyle oldu!”yla olur.

Sanat yapmak nasıl bir tinsel durumunu gerektiriyor?
Her şeyden sıyrılmış tam anlamıyla sonsuzluğun özgürlüğünü gerektiriyor. En ağır bunalımı geçirse de geçirmese de o en ağır bunalımları yaşıyormuşçasına kendini sanata hazır durumda tutar. Kimi zaman içi içini yese de elini bir şeye atmayabiliyor. İşte en yoğun anlar bu anlardır. En coşkulu anlarda da böyledir. Birden bire bir an gelir ölesiye çalışmaya başlar. İçinde tutacağı duvarlar yıkılır; taşmalar başlar. Sanatla bir olma yolunu seçmek başlı başına bir bunalım. Akan su yatağını bulur...
Her şeyin yolunda gittiğini düşünen biri için kendini dinlemeye de gereksinimi kalmıyor. Yaşam ona neyi nasıl dinleteceğini iyi biliyor. Çoğu zaman oradan kaçmaya çalışılıyor. Günü gelince yakalanıyor. Bu kez de ahlarla, vahlarla çok geç kaldığını anlıyor. Her şeyin unutacağı yer sanatın olduğu yerdir. Unutamadığı an o çalışma kesinlikle sürdürülemez. İster bunalım isterse coşkularla olsun sanat çalışmalarınızda bunların bağlayıcı olmaması gerekiyor. Yaşanılan, nefes alınan her an sanattır. Derin acıları ve en yüksek coşkularıyla her anın bizi kendine bağlıyor ve özgürlüklere tetikliyor. Yoksa nasıl sanatsız dayanılır bir ömrün çok kısa ve çok büyük zorluklarla dolu olduğuna? Bu tür bir tinsellik taşımadıkça sanata el, ayak atılamıyor.

Sanatın esin kaynağı nedir?
Yaşamda ve insan gerçeğinden kaynaklanan yorgunluklarda yalınlaşabilecek bir yerdedir, kaynağı. Siyah ve beyaza inebilecek arınma olmadıkça anlamlaşmaya dönüşen yanıtlar bulunamıyor. Malewich de bu soruna siyah ve beyaz kareyle yanıt verdi. İlginç olanı da şu: O bize hem başlangıç hem de bitiş noktasını bu iki çalışmayla verdi. Siyahla beyaz arasındaki gidiş gelişler ayrıntılardan başka bir şey değil. Onları da kullanan kullanabiliyor. Her çizgiyi, her lekeyi, her rengi kendi içinde yalınlaştırarak bir bütün oluşturuyor.

En iyi anlatım nasıl sağlanır?
Bulunan temeli gösteren yalınlaştırılmış yapılanmalarla.

Bu temel nerelerde bulunuyor?
Yaşamın ve insanın gerçeğinde.

Sanatta özgünlük nasıl sağlanıyor?
Geçmişin günümüze dek getirdiklerinin üzerine konulan, o yapıyı sağlamlaştıran ve ona yeni bir estetik katan taşlarla. Yapılanın yerini saptayarak ileride mi geri de mi olunduğu geçmişten günümüze dek sanatın izlediği yolu, gelişmeleri çok iyi algılayarak gözden geçirmek bize yerimizin neresi olduğunu gösterecektir. Sanatın geçmişi ve bugününden kopukluk olursa yakın ya da uzak geçmişin bir yeriyle örtüşülebilir. Çalışmaların özgün kişiliği yok demektir ve emekler boşa gider.
Neleri yapmamamız gerektiğini anladıktan sonra kendimize bir yol, yordam ararsak çok daha verimli sonuçlar alırız. Bir duygu ve duyarlılığın başkasıyla örtüşmesi bile söz konusu olsa insanlar her yönüyle diğer insanlardan ayrılan özellikler taşır. Kırmızı her yerde kırmızıdır. Her insanda ayrı bir etki bırakır. Kırmızı elmaya bakan kim olursa olsun ondan kaynaklanan duyarlık diğer insanlarınkinden ayrıdır. Kendimizi çok iyi dinlemesini bilerek sanatta kendi özgünlüğümüzü de yakalarız. Özellikle içimizdeki çocuğu hiç bir zaman yitirmemeliyiz.

Bir yapıta nasıl doğru bakılır?
Orada somut şeyler yerine soyut değerleri aramakla.

Sanatçı gücünü nereden almaktadır?
Özgürlükten.

Sanat gücünü nereden almaktadır?
Özgürlükten.

Bir yapıtı doğru anlayabilmek için nelere dikkat etmeli?
Önce o yapıtın içinde nelerin olup olmadığını saptamalı. Bir yapıt için ne söylenirse söylensin onun içinde var olanları saptayamadıktan sonra söylenenlerin bir değeri yoktur. Kim olursa olsun, insan denilen canlı yalan söyler. Yapıtlar asla yalan söylemez. Ne varsa hepsi gözlerimizin önündedir. Gözlerimiz her yere kapalı, kulaklarımız sağır olmalı ve yalnızca o yapıtla kaynaşmalı, cilveleşmeli, oynaşmalı, göz kırpmalı, sevgiliniz olmalı; arada bir uzaklaşabilmeli. Orada bulunan ne varsa hepsiyle konuştuktan sonra daha ne var ne yokları iyice saptayıp bilgilerimizin de yardımıyla doğruları orada olanlara göre değerlendirilmeli. Kendi kafamızdakileri aramak yerine yapıtın özelliğini ele almaktan başka bir çözüm yok. Bu konularda uzun uzadıya yazılmış yazılar; yerini bulmuş sözler var. Burada kısaca belirtilecek noktaların dışında diğer bilgileri kaynaklara indikçe, deneyimler arttıkça elde edebiliriz. Kimi zaman görünmezlik küçüklüğüne inerek resmin her yerinde yıllarca geziniyormuşçasına gezilecek. Kimi zamanda dev olup uzaktan bakılacak.
Kabataslak belirtilecek noktalar:
A - Biçemi saptamak
— Formel mi, informel mi?
B - Renk uyumu
C - Koyu açık dağılımı
Ç - Parçalar arası ilişki
D - Dolanım
E - Yerleşim dengesi ve özelliği(kompozisyon)
F - Bütünlüğün sağlanması
G - Yatay dikey sağlamlığı
Ğ - Kaynak ve yapısal özelliği
H - İç ve dış yapı ilişkisi
I - Belli bir felsefeye dayalı anlatım ağırlığı
İ - Özgün bir anlatımla kişiliğin oluşumu
J - Sanatsal öğelerin soyutlama gücü
K - Çağa bakıştaki yeri.
L - Günümüz sanatına kazandırdıkları
Önce böyle başlanarak diğer değerlere de ulaşma olanağı bulunabilir.
Sanatla estetik nasıl bir oluşumdur?
Estetik sanatın oluşturduğu bir güzelliktir.

Sanat ve estetiğin varmak istedikleri nokta neresindir?
En büyük karmaşayı en uç noktadaki güzelliğe ulaştırarak yok etmektir.
Yalınlaştırarak güzelliğin özüne inmektir.
Yeni bir karmaşanın da gizlerini çözecek yaratıcı kapıları açmaktır. Güzelliklerin karmaşa yaratarak karmaşayı da kendi güzelliğine katma olasılığı yaratmaktır.




Bugüne dek varılan nokta ne derece yeterlidir?
Yanıt: Açılmayan kapıları açmaya zorlayacak yürekliliği sağlayacak denli. Sanat bitmiyor dedirtecek öylesine çok anlatımlar oluşuyor ki “İşte insan” diyebiliyoruz.

Sanatta yeni atılımları sağlayan nedir?
Sanatçının başkaldırıcı olabilme ve sanatın söz dinlememe özelliğindeki özgürlüğün engel tanımaması. Yeni bir yaratı söz konusu olduğunda daha öncekileri yeni bir anlayışla arkasından sürüklemek için başkaldırıyla yeni bir yer açmak zorunda.

Sanatta yeni adımlar başkaldırıyla mı gerçekleşiyor?
Başka türlü olmaz. Çünkü; sanat başlı başına bir başkaldırıdır. Özgürlüğün sınırları böyle genişletilebilir. Günlük yaşamda bizi engelleyen çok şey var. Bunu dengeleyen sanatın sonsuz özgürlüğünü kullanabilecek başkaldırı yapılmak zorundadır. Kendini yenileyemediği sürece dayanılmaz çürümeler başlar. Çürümenin dayanılmazlığı yerine güzelleşmenin zorluklarına katlanmak en azından sağlıklı bir canlı olarak ayakta kalmayı sağlar.

Başkaldırıyla sanat duyarlılığını nasıl bağdaşır?
Yaşamda çirkinliklere ve insanın yanlışlarına engel olabilmek olanaksız. Her an yeni sorunlar çıkar. Her an yeni savaşlar gibi... İnsan geliştikçe de estetik arayışları da değişime uğrar. Kimi zaman da kalıplaşma tehlikesine doğru yönelir. Her iki durum bir başkaldırıya nedendir. Her başkaldırı iyi sonuç vermeyebilir. Daha güzeli yaratmak için gereken başkaldırının sanat duyarlılığına karşı olduğu söylenemez.

Sanatçıyı bir başkaldırıcı anlamında mı düşünmek gerekiyor?
Ebette. Bu nedenle belli zamanlarda sanatçılara karşı belli düşünceler ve yönetimler çirkinlikleri nedeniyle sanatçılara düşmanlık besler. Geçmişte yaşananlar ve olumsuz koşullar da bu soruya yanıt vermiştir. Sanatın özünde yatan başkaldırıya sanatçının da uyum sağlamaktan başka bir seçeneği yok. Sanatı suçlu görenler var. Sanata engel olmak için sanatçıyı etkisizleştirmek gerekir. Baş edilemez ki. Baş etmek isteyenler boşu boşuna insanlıktan çıkmış olurlar. İnsan kalın! İnsan kalmak, insan olanın neresine batıyor ki? Kime zararı var ayrıca? Sanatın kendi özünde bir başkaldırı vardır. Biraz daha derine inilirse insanın özünde de başkaldırı yatar. Bu olmazsa insanlık da olmaz. En büyük başkaldırı sanatın kendisidir. Sanatçı da bunun içinde yerini belirleyerek vardır.

Sanatı suçlu görüp düşman sayanlar kimlerdir?
Öyle çok kesin bilinen bir yer ve kişi yok. Genelde sanatın işlevinin ne olduğunu bilenler büyük destek sağlarlar. Sağladıkları destek oranında da saygınlık kazanırlar. Toplumu ve insanı güzelleştiren tinsel erince ulaştıran sağlıklı bir yaşamın en önemli parçasıdır sanat. Çok da etkileyici olduğu için vazgeçilmezlerin başında yer alır. Şöyle bir üçgen hiç bir zaman sürekliliğini yitirmemiştir: Bilim, ekin(kültür) ve sanat. Her kesim bunu kendi yapısına göre ele alarak kullanmak ister. Atomun parçalayarak atom bombasına çevirenler bilimin içine ettiler ne edeceklerse. Ardından nötron ve hidrojen bombaları yetişti hızla. Bir insana bir kurşun sıkmak için bin yıl düşünmeli; bin yıl sonra da sıkmama kararı alınmalı. Milyonlarca insanı bir saniye bile dolmadan bir anda öldüren atom ve buna benzer bombalarla toptan öldürmenin anlamı nedir? Ne denli büyük bir yıkımla karşı karşıya olduğumuz açıkça görülmüyor mu? Bunu en etkili biçimde dile getirecek olan sanatçıdır. Toptan öldürenler için daha büyük bir düşman olabilir mi?
Sanat biraz daha ayrı bir konumda yer alır. O bizim bildiğimizi, istediğimizi yapmaz. Uzun süre kilise tarafından desteklenirken dini konuların sanatsal bir dille anlatılmasının insan tininin derinliklerinde din, sanatla da birleştirilerek dinin çok daha yücelere taşınmasına çalışılırdı. Buraya dek her şey yolunda giderken sanat uzun bir süre sonra kendini bu bağımlılıktan kurtarmak istedi. Bu kez kilise bunu sindiremedi ve kendi istediği doğrultudaki sanatçıları destekledi. Dost görünen bir güç gerçek bir düşmana dönüştü. Baktı ki olmuyor; yeniden bir uyum sağlanmaya çalışıldı. Durmadan bir aşağı bir yukarı barış çubukları tüttürülmeye çalışılsa da sanat ve sanatçı almış başını, başsız yerlere doğru gidiyor.
Koşullar ve zaman içerisindeki oluşumlar nedeniyle sanat ve sanatçı ister istemez düşman kazanıyor. Sanatı kendi güdümüne sokmak isteyenlerin bayrağı altında olanlar dost, olmayanlar düşman diye nitelenebiliyor kabacası. Bu konuda oynanan çok ince oyunlar var. Düşmanlığını belli etmeden düşmanlığı sürdürme yolunu seçenler sanata açıkça düşman görünmek istemiyor. Yapacağını sinsice yapıyor. Kaç ömrü birden yaşayacaklarsa!... Sanatın verdiği saygınlığın yitmesi demek onların değersiz bir birey gözüyle değersizleşmesi demektir. Gizli düşmanlık bu nedenlere dayanarak böylece sürer gider.
Almanya’da Nazi döneminde sanatçılar gerçekten o yönetim biçiminin ölümcül düşmanlığını yaşadılar. Nazi anlayışı kendine özgü bir sanat anlayışı geliştirmek ve sanatçıların o sınırdan dışarıya çıkmasına engel olmak için her türlü yaptırımı gerçekleştirdi. Dünyanın en güçlü sanatçılarına karşı düşmanlığı arttırarak onları sürüm, sürüm süründürmeye kalkıştı. Çağdaş sanatı ve Picasso’nun yaptıklarını, onunla birlikte aynı yolda gidenlerin tümünü yoz sanat diye niteledi. Sanatçılar kaçabildikçe kaçtılar, Almanya’dan. Yitiren Naziler oldu sonunda.
Sovyetlerde de Lenin’den sonra sanat, sosyalist denilen yönetimin istemleri doğrultusunda bir işlev yüklenmeye zorlandı. Başta Kandinsky ve Chagal olmak üzere ayrıldılar ülkelerinden. Malewich ve bir kaç arkadaşı ülkede kaldı. Baskılara dayanamayan Malewich canına kıydı. Şair Mayakovsky, “Ana” romanının yazarı Gorky de öyle.
Tüm bu süreç içinde oralarda sanat istenilen çağdaşlığın genişlemesini sağlayamadı. Yönetim başını kaldıranı yaşatmamaya kararlıydı. Başkaldırı olmadan da olmadı pek.
Özgürlükler ülkesi diye çığırtkanlık yapan ABD sanata da öyle bir yer hazırladı. Görünen uç böyleydi. Özgürlük eleştiri niteliğindeki özgürlük kullanmaya kapalı tutuldu. Geriye kalan özgürlük yeter denildi. Öyle de gidiyor; bakalım nereye dek?
Eleştirinin yergi niteliğinde olanlarına yüz ve özdeksel destek verilmedi. Pollok gibi çok güçlü ama tehlikesiz olmanın özdeksel getirileriyle gözler kamaştırıldı. Pollok’a evet eleştirisizliğe hayır!...


Sanat göreceli midir?
Yanıt: Değildir. O zaman sanat olmazdı. Görecelikle her şeyi esnekleştirip istediğin gibi sündür sündürebildiğince. Kim nereye çekerse oraya doğru yönelir. Neye benzediği de belli olmaz.

Herkesin değişik yapıtları beğenmesi bir görecelik değil mi?
Göreceliktir. Pek de işe yarayacağı düşünülmemelidir. Sanatı saptıran noktaların başını çeker görecelik. Herkes kendi kafasına göre sanattan anlamaya, anladığını sanat sanarsa otursun sanat yapacak kişiye sanatın nasıl olduğunu, olması gerektiğini de anlatsın ki sanatsal verim artmış olsun bu tür safsatalarla.

Göreceliği sağlayan sanat değil midir?
Sanat değildir. Bakanların kendilerindedir görecelik. Açıkçası kendini bilmezliğin sanata bulaştırılmasıdır.
Sanatın kendine özgü bir çekimi var. O çekim özgür bir alan yaratır. Alanının dışına çıkılınca sanattan da kopulur. Bilinmeyen bir kara delik gibi sanat kendine yaklaşanı içine çeker. Ne oluyorsa o dev çekim alanının içinde oluyor. Görecelikler çekimin dışına kayacak kaypaklıklarla doludur. Namlusu eğri bir tüfek gibi. Erimi bir türlü yakalayamaz. Erim tahtasın da kola kolay yönelemez. Ayarsız bir saat gibi zamanı yakalayamaz. Bozuk bir pusula gibi yönleri belirleyemez.

Herkesin değişik yapıtları beğenmesi sanatı da bir göreceliğe götürmüyor mu?
Kişinin kendi beğenisiyle sanatı karıştırmamalı. Herkes bu konuda kolaya kaçıyor. “Zevklerle renkler tartışılamaz” diyerek işin içinde çıktığını sanıyor. Oysa sanat için tartışılacak konuların başında gelir, zevklerle renklerin ne olduğu. Zevksizliğin zevkinden sakınmayalım mı? Evrensellik özel beğenilere bağlı değildir. Birbiriyle bağlantısı olmayan özgün sanatsal anlatımlar var. Picasso’yla Matisse’in benzerlikleri yoktur. Kimi Picasso’yu, kimi Matisse’i sever. Oysa her ikisinin ortak noktası sanat ve evrenselliktir. Evrensel bir beğeni var önümüzde. Buradan sonra yapılacak seçime söz yok. Birini az, birini çok seven var diye görecelik mi bulaştıralım sanata? Sanatı oluşturan temel ilklerin dışına mı çıkılmalı? Olmaz böyle bir şey!... Kim ne düşünürse düşünsün. Sanat yerli yerinde duruyor. Sanat nerede duruyor diye bakmak gerekir her şeyden önce. Ona herkesin kafasındaki kurma bebekleri sokmamak gerek.

Zevklerle renkleri tartışmalı mı?
Tartışılmasaydı sanat da olmazdı. Sanat ve güzel duyunun değerleri varken hem renkler hem de zevkler tartışılır. Zevk derken bunun karşıtı olan zevksizliği de unutmamak gerek. Rüküşlük ne anlama geliyor diye sormamak gerek. Zevksizlik diye bir kavramın kökünü kurutursunuz ve zevkleri tartışmazsınız.

Bir resim ne zaman biter?
Hiç bir zaman bitmez.

Neden peki bitti anlamında imza atılıyor?
Gerçekten bitti diye imza atılmışsa o imzayı atan da bitmiştir. Bu bir yoldur. Birbirine eklenir, parçalar bittikçe. İmzalar belli aralıklarla yapımı bitmiş yerlere dikilmiş imlerdir. Kimi gerçekten im anlamında kullanır kimi de kendi kendini aldatmak için. En doğrusu, yapılan bölümün kimin olduğunu belirler, atılan imzalar.

Bu durumda hiç bir zaman bir resim ortaya çıkmayacak mı?
Çıkacak. Bir sanatçının yaptığı son resimle tümü bir resim olur.


Sanatçıların yaptıkları arasında daha çok sevdiği çalışmalar olabiliyor mu?
Gerçekten sanatçı olan bir insandan sanat her yaptığı çalışmadan sonra ondan eşit parçalar koparır. Bir ayırım söz konusuysa sanat yapmasına gerek yok. Çünkü bir sanatçı her çalışmasını bir diğeriyle aynı düzeyde ve aynı coşku ve duyarlılıkla yapmıyorsa burada bir içtensizlik var demektir. En beğendiği çalışmayı alıkoysun; diğerlerini yok etsin derim.
Zaman, zaman bir sanatçıya en beğendiği çalışmasının hangisi olduğunu sorarlar. Verilecek yanıt belli. Ayırım yok. Bir ayırım yapan varsa ondan uzaklaşılmalıdır. Kafasında bir hinoğlu hinlik var demektir.

Sanata ve sanatçıya katkısı olduğunu düşündüğümüz eleştirmenlik konusunda neler söylenebilir?
Çok güzel şeyler de söylenebilir; çok korkunç şeyler de...
Genel olarak eleştirmenler belli yönlerde yoğunlaşırlar, yoğunlaşmak zorundalar. Sanatta her olup biteni ne izleyebilir ne de anlayabilirler. Genel bir eleştiri de yüzeysellikten ileri gitmez. Yanlışlıkların önü çok açıktır.
Salt Picasso’yu ele alıp incelemeye bir ömür yetmeyebilir. Bu nedenledir ki Picasso için yazılmış binlerce kitap var. Kübizmi ele alarak onun her yönünü de incelemek oldukça büyük çaba ve zaman alır. Eleştirmenin insanüstü bir özelliği olamadığına, olamayacağına göre eleştiri alanındaki yetkinliğine bakmalı. Alanı dışına çıkarsa orada uçamaz. Kendini her şeyi anlar gibi görmeyenler de yok değil. Biz de onları görmeyiz, dinlemeyiz; en kolay kurtuluş yolu bu... Arada kolaya kaçmak yararlı olur...

Eleştirmenlerin sanata katkısı ne orandadır?
Çoğu zaman yaptıkları iyilik, ürküttükleri kurbağaya yetmiyor. Kötü katkı maddesi kullananların sayısı çok. Dikkat, her yerimizi parçalayabilirler!...

Eleştiri ve eleştirmenliğin olumlu yanları yok mu?
Sanatı anlama düzeyine varabilmişlerse, bu düzeyde kendi sınırını bilerek bir eleştiri yapabiliyorsa o oranda yararı vardır, yadsınamaz. Bunlar kimdir, iyi bir seçim yapmak gerekiyor.

Her eleştirmen kendisinin sanattan anladığını düşünerek eleştiri yapmıyor mu?
Hayır!

Eleştirmenlerden kuşku mu duymalıyız?
Yanıt: Hem de her zaman büyük kuşkular duymalıyız. Sanat aynı zamanda her şeyden kuşku duyma zorunluluğunu da içerir. Sanatı yapan her an kuşkuyla ilerlediğine göre eleştirmenden kuşku duymaması yaratıcılıkla bağdaşmaz.

Eleştirmenleri yetersiz mi?
Çoğunluğu gerçekten yetersiz. Uzun, uzun açıklamalara bakılınca sanat ve sanatçının ortaya çıkardığı boyutlar karşısında bir eleştirmen ne denli yeterli olabilir sorusunun yanıtı o boyutun içinde yatıyor.
Onlar da bunu kendi başlarına kaldıklarında kendi kendilerine duyulmasın diye içe doğru ses çıkararak söylerler. Yine de sanatçıya kafa tutmaktan geri kalmayanların, daha sonra da sanatçıdan kafa yiyenlerin sayısını bilinmiyor. Deveye kanat verilmeyi görsün, damlarda kiremit bırakmaz.

Yetersizlik neye bağlanabilir?
Yedikleri sanatçıların kelle sayısına bağlanır. Bir yapıtı ortaya çıkaran sanatçılardır. Bir sanatçının nereye vardığını çoğu eleştirmenler anlayamaz. Belli bir sezgiyi ve gizemliliğin de gizemliliğini ortaya koyan sanatçıdır. Eleştirmenler sanatçının arkasından iz sürenlerdir . Bu nedenle sanatın ne gibi atılımlar yaptığının ayırımına zamanında varamayarak çok sayıda sanatçının kellesini uçururlar. Sanatçılar olmasa çok iyi bir eleştirmen olabilecekleri bilincindedirler. Ne denli az karmaşıklık, o denli kolaylıktır onlar için. Az sanatçı az sorun onlara göre. Çok büyük yangınlara neden oluyorlar açıkçası.

Sanatın anlaşılmasına en büyük katkıyı sağlayan eleştirmenler değil mi?
Saptıranlar da onlardır.

Nasıl saptırıyorlar?
Anlamadıklarının ayırımına varmadıklarında bilgiçlik taslıyorlar. Sanat konusunda sanatçıya tepeden bakmak, sanatçının altında bir konumdayken üstündeymiş gibi sanatçıya hükümler giydirmek gibi bir aymazlık ve kendilerini bilmezliğin bataklığında dolaşanlar var. Aralarında gerçek görevlerini unutarak savunman, savcı ve yargıçlık görevlerini bir arada yürüterek sanatçıyı suçlu sandalyesine oturtmak isteyenleri de görüyoruz. Bunu da bilmeyen yok. Boşuna çene yoruyoruz. İnsanlık, böylece sanata ve sanatçıya bakışta, yanlış bilgilendirmelerin tehlikesiyle karşı karşıya bırakanlarla bırakmak istemeyenler arasında şaşkınlıklara sürükleniyor. Yarar yerine zarar veriyorlar. İzlenimciler baskın çıkmasaydı Manet, Monet, Pissaro, Degas ve arkasından gelen Van Gogh, Cezanne ve Picasso diye sanatçılar olmayacaktı. Onların ölümüne dek iyi ki eleştirmenler baskın çıkmadı. Onlar sağken eleştirmenlere gereken dersi vererek sanatı ve insanlığı kurtardılar. Sanırım günümüzdeki eleştirmenler o zaman yedikleri tokatın acısını çıkarmak ister gibi davranıyorlar. Sanatın hızı öylesine zamanı delip geçiyor ki kısa sürede anlamaları ve değerlendirmeleri olanaksızlaşıyor. Bu kez buradan yenilen tokatla sersemliyorlar. Sersem, sersem konuştukça da sanatı anlamak isteyenleri de sersemletiyorlar.
Her şeye karşın çoğu sanatçı nerede olduğunu bilir ve eleştirmensiz yolunda yürür. Hiç bir sanatçı eleştirmenlerce yetiştirilmemiş, onların derin bilgilerinden yararlanarak da sanatçılık niteliğine ulaşmamıştır. Eleştirmen olmak için sanata ve sanatçıya gereksinim vardır. Sanatçıların sanatçı olmaları için eleştirmenlere hiç gereksinimi olmamıştır. Öğreticilere gereksinimini tamamladıktan sonra sanatçı ne yapacağını kararlaştırır. Eleştirmene sormaz. Eleştirmenler her nedense kendileri olmadan sanat ve sanatçı olmazmış gibi davranıyorlar. Mikroskopla incelemesi gerekirken dürbünün tersinden bakıyor sanatçıya. Elinden gelse teleskopun tersiyle bakacak. Sanatçının da umurundaydı. Sanatçı yanmış yanacağı denli. Bir de kendi önünü aydınlatmaya yetmeyen eleştirmenin mumu girmesin araya.

En iyi eleştirmenin sanatı anlama boyutu nedir?
Buz dağının görünen büyüklüğünün tepeye yakın bölümünü anlatabilmesidir. Aşağılara indikçe sanatçının kendinin bile anlayamayacağı derinliklere inilir. Her şey anlaşılmazlığın anlaşılır kılınmak istemesinin yıkımıyla sonuçlanır.

Sanatçıyla eleştirmenin sanatta oluşturdukları bir denge yok mudur?
Bilindiği gibi sanatı var ederek yaratanlar sanatçılardır. Sanatçı sanatın temeli üzerinde yapıyı yükselterek gidilmesi gereken yönü kendisi belirler. Eleştirmen de boyut o yüksekliğe yetişirse yapılanları görür, neyle nasıl yapıldığını anlatmaya çalışır. Yapının içinde değil, dışındadır. Boyunun yetiştiği pencerelerden içeriye bakmaya çalışır. Ne görürse...
Her insanın bir konuda kendini yetiştirmesi toplum açından yararı büyüktür. İyi ve yetkin bir eleştirmenin de işlevi toplumsal anlamda büyük yararları vardır. Sanatçının uzanan el ve kollarıdır. Toplumla aradaki dengeyi kurar. Sanatçının belini kırmaz. Elbette sanatsal niteliğe varamamış çalışmalar için toplumda uyarıcı görevini yerine getirir. Eleştirmenin böylesine önemli bir dengeyi yerine getirme görevi ve yükümlülükleri vardır. Yeter ki bunu kötüye kullanmasın. Kötüye kullananlara da engel olunamıyor. İstenilen her an onlara engel olunabilse de yaşanılan karmaşa şimdilik engel olacak gücü sağlayabilmiş değil.
Bir dengeden söz edilecekse eleştirmenin yapılanı gereği gibi doğru anlayarak sanatçının yaptıklarının anlaşılmasını ve geniş kitlelere yayılmasını sağlamaya çalışarak hem ilgiyi arttırır hem de toplumdaki estetik duyguları doğruya yönlendirir. Sanatın insanlara bu yolla ulaşmasının sanat için bir denge oluşturacağı kesin. Geniş kitlelere ulaşmasıyla sanata ilgi daha çok artacağı için sanatsal çalışmalara başlayanlara da olumlu etki yapar. Doğru eleştiri doğru, eğri eleştiri de eğri yönlendirir. Doğrusundan yana olan denge kurar. Olmayan dengesizlik yaratır.

Bu durumda yine eleştirmenlere mi bağımlıyız?
Bir yere dek ne yazık ki öyle. Başka bir çözümse, insanın kendisi de bir çaba göstermesi gerekiyor. Her gittiği yere eleştirmen götüremez ki. Eleştirmenlerin yetersiz olması da bizi buna zorlar.

Eleştirmenlerin kendilerini daha iyi nasıl geliştirebilir?
Eleştirmenlerin kendi aralarında işbirliği yapmaları, sık, sık bir araya gelmeleri kesilen sanatçı kelle sayısını azaltabilir. Kim bilir, kimi yerlerde de çoğaltabilir. Örnekleri de var. Anlaşamazlar ki bir araya gelsinler. Sanatçılarla söyleşiler yapılması doğru olur. Sanat konusunda her sanatçının söyleyeceği az ya da çok şeyler vardır. Bir sanatçıyı salt yapıtlarıyla değerlendirmek eksik kalır. Görecelikle açıklama yolundan uzaklaşarak yanlışlardan sıyrılmış olurlar. Sanatçıyı yakından tanımamak bir dış görünüşü açıklamaya benzer. Yapıtları daha iyi değerlendirmek için onları yapan sanatçının yaşamında neler yaptığı, nelere katlandığı, nelerden etkilendiği, çalışırken o anları teker, teker ele alındıktan sonra daha iyi bir bütün sağlanabilir. Bir iki selamlaşmayla sanatçının duyarlılık kaynağındaki akışı yakalamak olanaksız. Yapıtlarındaki özü de bilemezsiniz. Görecelikten gelmeyeni göreceliğe götürmemek gerekiyor.

Görünüşe göre sanatı anlamak olanaksız bir konuma düşmüyor mu?
Sanatın yarattığı gizemliliğin çekiciliği buradan başlıyor. Kendi gizemlerimizi çözebildik mi ki sanatınkini kolay çözelim? Freud’la başladık, başlayış o başlayış. Sanatta çözmek istediğimiz gizemlilik, güzelliğe varışın en üst noktalarında dolaşmaktır. İnsanın gizemlerindeyse güzelden en iğrencine dek her şey var. Biz insanlar yine de anlaşılmak istemekten geri durmayız. Sürekli iyi ve güzel yönlerimizin anlaşılmasını isteriz. Birinin canına okumak istediğimizde ve aldatmaya kalktığımızda kötülükleri en kolay kendimizi iyi ve güzel göstererek yaparız. Toplum yaşamında saygın bir yer edinmek için de kendimizi kötü göstererek başaramayız. Öyleyse insanın arınmaya gereksinimi varken sanatı anlama zorluklarına katlanması gerekiyor. Kolay gelsin!...

Aşkla sanat arasında ne ayırım var?
Sevi insanı kötülükler yapmaya sürükleyebilir. Sevdiğini öldürenler seviden kaynaklanıyor. Sanatsa her türlü kötülükten ve öldürme duygusundan uzak tutar. Yaşam, yaşamak ve insan sürekli güzelleştirilir.

Sevi(aşk) mi sanat mı daha güçlü?
Her ikisi de
Seviyle sanat arasında nasıl bir ayırım vardır?
Aşkta hem iyilik hem de kötülük iç içedir. Sanat salt güzelliği taşır, kötülüğü barındırmaz. Bir yönde güçlenmiştir. Tek parçalıdır. Som altın da denilebilir. Sevisi uğruna çok sayıda insanı öldürenler var. Sanatı uğruna insan öldüren yok. Sevi kötü bir yapı oluşturacak denli güçlü. Sanat tek yönlü bir yoğunluktadır.

İkisi bir araya gelince ne olur?
Dünyanın en kötü iki yarışçısı yan yana gelir. Yarışırlarsa biri öbürünü yok eder. Kim kimi, bilemeyiz. Anlaşırlarsa yarışmalarına gerek kalmaz. Kazanan insanlık olur. En güzel çözüm de bu. Yarışmamalı.

Sanatçının sevisinin gücü nedir?
Sanata esin kaynağı olur. Sanatçının sevisi ihanetlerden sonra da kapısını açık bırakacak denli güçlüdür. Geri dönüşü olmayan hiç bir şeyin olumlu ya da olumsuz değişimi olamayacağı duygusunu taşır. Her türlü olumlu geri dönüşlere sanatçı kapısını açık bırakacak bir seviyle sever sevecekse. Bir de bunun karşıtı öldürücü kırılganlıklar olmasa!...

Sanatta ilerlemek ve ileri adımlar atmak için neler yapılmalıdır?
Ayrıntılara sürükleyen bir konu. Ayrıntıya girmeden bir kaç şeyi şöyle dile getirebiliriz: Geçmişte sanatçılar daha çok usta çırak ilişkisiyle ortaya çıkıyordu. Bir sanatçının yanında sanat öğrenmek için çalışanlar olurdu. Sanatı en iyi öğrenmenin yolu bir sanatçının yanında yetişmekti. Yeni sanatçılara gereksinim duyuluyordu. Kiliseler, devletler ve varsıllar da önemli desteği sağlıyordu. Özellikle kurumsal yapıdaki kilise ve devletin desteği daha çok sayıda sanatçıya gereksinimin duyulmasına neden oldu. Bir ya da bir kaç sanatçını yanında yetişen yetmedi. Sanat daha geniş alanlara yayıldıkça ilgi ve öğrenme isteği kabarmaya başladı. Devletler bunun okulunun açılmasının daha iyi olacağına karar vererek sanat dersi veren okulların açılmasını sağladılar. Güzel sanatlar Akademileri de en gelişmiş sanat okulu olma niteliğine ulaştılar. Buralardan çok sayıda sanatçılar çıkarken bir yandan da usta çırak ilişkileri işlevini yitirmedi. Sanat iki koldan güç elde etti.
XX. yüzyıla gelindiğinde devletin her türlü desteğini alan akademiler oldukça etkin olmaya başladı. Usta çırak ilişkileri azaldı. Yok olma noktasına gelecek denli etkisini yitirdi. Sanatın çok büyük bir ivme kazandığı XX. yüzyılın sanattaki boyutuna usta çırak ilişkisinin yetişemeyeceği de bir gerçek. Akademilerde ünlü sanatçılar dersler vererek çok sayıda insana yardımcı olmaya başladılar; başarılı da oldular.
Bir kurumun sağlam temellere oturabilmesi için sağlam temelleri olan çok daha büyük bir kurumla desteklenmesi, kesintiye uğramaması gerekiyor. Bu kurumun adı da devlettir. Devletin yeterli desteği olduktan sonra diğer kurum ve kişilerin katkılarıyla sanat çok daha büyük başarılara doğru gider. Bir bakıma karşılıklı ilgi ve ilişkiler bir bütünü oluşturur. Toplum ve kişilerde artan sanat bilinci birçok özel müzelerin açılmasını da sağlar. Sanat konusunda devletin öncülüğü ve desteği olmadan bir bütünlük sağlanamaz. Sanat arkasını en güçlü bilinen devlete yaslayabilirse ileri atılımlar yapabilir. Diğer kurumlar da bunun arkasından verebileceği desteği kendiliğinden vermeyle karşı karşıya kalır. İnsan gelişiminin doğal bir tavrıdır bu. Sanatın gerekliliği insanı sürekli tinsel bir erinçsizlikte bırakır. Sağlam bir destek varsa insanlar sanatla kendilerini özdeşleştirmekle tinsel erinçsizliğine çözüm bulmuş olur. O da bunun içinde katılımcılardan biri olmak ister.
Yoğun katılımlarla çağdaş müzelerin gereksinimi artar. Akademilerin düzeyi yükselir. Galeriler, uyduruk, ne olduğu belli olmayan şeker, şerbet, kaymak gibi resimleri satmaya kalkmaz. Karşında çok sağlam bir tepki bulur. Toplum ve insan sanat bilinci taşıdıkça sanatı yüreğinden vurup öldürmek isteyenlere olanak verilmez. Herkes neyini denk alacaksa alır.

İnsanlığın sanatta geldiği son durumuna ilişkin neler denilebilir?
Bugüne dek sanatsal dilde söylenen söz şuydu: “İnsanları seveceksin!...” İnsan sayısı öylesine arttı ve insanlar yaşamak için her şeye öylesine usa gelmez zararlar vermeye başladı ki insanlıktan çıktı ve kendi değerlerinden uzaklaştı. Bunca emek, bunca söz ve bunca sevmelerin boşa gittiği durumlarla karşı karşıyayız. Duyarsızlaştık. Bizi insanlık adına yapılması zorunlu kılan bağlayıcı değerler kimsenin umurunda değil. Yaşamak için her an her türlü kötülüğü yapmaya her an hazırız ve fırsat kollanılıyor. Hiç yoktan savaşlar var. Bitmemesi istenen savaşlar var. Öldürmelerin sonu gelmiyor. Ölmemesi gerekenler öldürülüyor, onları öldüren caniler aramızda yaşayacak yer bulacak denli baskı ve korku salıyorlar. Dokunulmaz konuma geliyorlar. Dünyamızın gelinen noktadaki insan sayısını kaldıramayacağı anlaşıldı. “İnsanları sevmeyeceksin!” demek zorunda bırakılıyoruz. Sevsen de sevilmiyor ve öldürülüyorsun. İyice yoldan çıktık. Doğayı da yoldan çıkardık. Sonunda kendi kendimizin canına okuyoruz.
Sanat bitiyor mu ne?


AÇIKLAMA:

Belki bir açılım, belki bir merak, belki bir sıkıntı, belki bir erinçsizlik, belki bir eksiklik duygusu, belki bir yeni bir coşku, belki bir yeni yol arama, belki bir gelecek, belki bir atılım, belki bir deneme, belki bir heves, belki bir... Bir an, belki bir yalnızlık, belki bir dalgalanma, belki bir onur, belki bir güç denemesi, belki bir yılgınlık, belki bir düş kırıklığı, belki bir sonsuz coşku, belki bir umut, belki umutsuzluk, belki bir tinsel açlık, belki bir doyumsuzluk, belki bir yetersizlik, belki bir yorgunluk, belki bir var oluş, belki de yok oluş, belki bir hiçlik, belki de her şey, belki bir boşluk, belki bir kendini yok edip yeniden buluş, belki bir yaşamak, belki bin sevilik bir sevi, belki bir ölüm ve yeniden dirilmek, belki bir kopukluk, belki bir adım; belki bunlardan da öte, belki de hiç biri... diyerek ayrıldım ülkemden köklerimi bırakarak. Belkisi olmayan bir tek söz yüzünden:

SANAT
Sanatın olduğu hiç bir yerden kopmamak, onun gerçek duygusunun izini yakalamak, yeniden yüzme öğrenmek istercesine okyanusun sularına atlamak yürekliliği. Hiç kimseye hiç bir zaman, hiç bir biçimde boyun eğmeden, insan onurunun yüceliğine leke sürdürmeden, hiç kimseden yardım beklemeden, yapılan yardımların en küçüğüne karşı bile iyilik duygusunu yitirmeden, yalana-dolana başvurmadan, hiç kimseyi hiç bir biçimde incitmeye çalışmadan, aldatmadan, insanlığa kirli gömlek giydirmeden, açılan yaraların dayanılmazlığına bakmadan, ezici dönekliklerin altında yaşam hakkını yitirmeden, ikiyüzlülüklere başvurmadan, yakmadan, yıkmadan, çalmadan, çırpmadan, yanlışları onararak, çirkinlikleri yok etmeye, insanı ve yaşamı güzelleştirmeyi önde tutarak, bencilliklerden kaçarak, yokluklara, acılara, hayınlıklara dayanma gücünü yitirmeyerek, ölümlerden, yok olmalardan, insan yüreğini sevgisiz bırakmadan, savaşlardan yana olmadan, savaşlara ilençler yağdırmak, Yunus’un Taptuk Emre’ye eğri odun taşımaması gibi sanatın kapısından eğri odun geçirmeyerek, sonunda bir melek mi, bir şeytan mı olunacağını bilmeden ben, bir ben olmak istedim. Şu an neyim bilemiyorum...
Bildiğim tek şey:
SANAT!...
Sanatın yüzüne hiç bir lekeyi sürdürmemek, onun gereksinimlerini yerine getirmek, eksiklerini tamamlamak, insana, katkısız en güzel balı sunar gibi yapıtlar sunmak, her türlü tinsel yıkımlarla kafa tutmak, baş kaldırmak, hiç bir ödün vermemek için en olmadık olumsuzlulukları yaşamak, sanatın yüzünü ak etmek için her türlü karanlıkları yarmak, sanata yaklaşanlar bir istediyse bin vermek, insanlığın ve geldiğim yerin yüzünü sanatta kara çıkarmamak, sanatın var olması uğruna o ülkenin görünmezleri içine itilerek yok edilmeye aldırmamak, unutulmuşlukları özlemlerle beslemek, sanatın tinini yok etmek isteyenlerin vereceği zararı umursamadan en olumsuz koşullarda da olsa onlara karşı çıkmak, para, pul; mal dememek, mülk dememek, ev dememek, han dememek, hamam dememek, sanat demek, sanattan yılmamak, ilgisizliklere ve karalamalara karşın sanat adına derin izler bırakmak, yok görmelerde var olmak, hiç bir yardımı esirgemediğin en yakınına 25 yıl kendine vermediğin desteği vermek, onun tarafından alçaklaştırma yoluyla ödüllendirilerek yok edilmeye karşı geriye kalan yarım yamalaklığı tamamlamak, yeniden ayakta durmak, yok edilen resimlerin acısını dağlayıp nerede neyi dağladığını bilememek, başkalarınca da bitmeyen yok edilmelerde hep var olmak, belki de en kanlı ağlamaları içe akıtmak, niçin sorusuna yanıt bulamamak, hak edilmeyen hükümler giydirilse de sanatta kesinti yapmamak, yalnızca sanat olabilmek için; yememek, içmemek, kimi zaman, ancak yaşanırsa sanat yapılacağına karar vermek, elde kalan değerin zaman olduğuna odaklanmak, sanattan geçinmek değil, sanatın senden geçineceği adımları atıp ilerlemek,, içindeki çocukluğu her türlü kötülüklere karşı korumak, o çocukluğu sanatın kaynağı yapmak, insanın bitirilmişliğine karşı çocukluğunu yitirmişlere bir avuntu olmak, her yapıtta yaşamın iğrençleşen yüzünün öne çıkardığı öldürücü kalın mızraklarını yonta, yonta yok etmek, belki de kendini hiç yaşamamak, yaşatmak için yaşamak, var olmak için yok olmayı göze almak, insan onuruna el avuç açtırmayıp ayaklar altına aldırmamak, binlerce yılda varılacak insanın özüne, indirgenebilen en kısa zamanda varabilmek, insana yakışan yüceliğe salt çağdaşlığı yakalamak değil, geleceğin sanatını bugünden yaşayarak bugünü geçmiş zaman kılmak, sanatla birlikte varılan gelecekte zamanı uzatmak, başarmak için 32 yaşında kendi ülkesini bırakıp yaban bir ülkeye gitmek ve sonunda bir kez olsun “Başardın!...” diyen birini bulmak. Anlaşılan tek şeyin anlaşılmazlığını anlamak, insanlaşabilmek...
Altmış yıllık ömürde işte:
BEN!...
Nerede insan?...
Önüme bir dere koydular, atlayayım diye. Atlayıp düştüğüm yerde arkama baktım, dere yoktu. Dereyi sordum. “Dağların arkasında...” dediler. Döndüm yine atladım. Dere önümde duruyordu. Oysa ben atladığımda bir yaprağın üstündeki alkımda okyanusları görmüştüm...
Bitmemişlikten, bitirilememişlikten geriye kalan:
BEN, BEN OLMAYI BAŞARABİLDİM Mİ?
İşte bu da bir:
SANAT!...

Sabahattin Şen

Not: Bu açıklama yazı diliyle oluşturulmuş bir görsel sanattır...

Yayınlayan: Mihriban Mirap (Live Sanat)