19 Kasım 2008 Çarşamba

“SONSUZ MİRASIN FARKINDA OLARAK YAŞAMAK”
Gürol Sözen


Türk ve İslam Eserleri Müzesinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve HSBC işbirliği ile Mayıs- Ağustos 2008 tarihleri arasında gerçekleştirilen, “Farklı Kültürlerde Güzeli Arayış” adlı büyük sergi, Anadolu topraklarının on bin yıllık öyküsüydü. Sanırım onbin yılı kapsayan uygarlıkların, günlük yaşamlarında kullandıkları eşyaları bir araya toplayarak, halkın bilgisine sunmak senelerinizi almıştır. Güncelliğini koruyan ve tartışması süren serginin kendisinden ve oluşum sürecinden bize biraz bahseder misiniz?

Yaşamın kendisi, bir sonsuzluk. Kitabı ve sergisini oluşturduğumuz “On bin yılın öyküsü” ise, Anadolu toprağının sonsuzluğu. Ama bir farkla, sıradan bir
sonsuzluk değil bu. Yeryüzü coğrafyasının kültür ve sanatla taçlanmış onuru. Gelecek kuşakları da besleyecek olan büyük miras.
Yaşamı anlamlı kılan ne var ise o: Şiiri, destanı, resmi, heykeli, müziği, dansı, şöleni, sofrası, mimarisi, evi barkı, savaşı, barışı, sevdası, umutu ve umutsuzluğu.
Kendinize dair ne geliyorsa aklınıza, onun düşü, masalı, öyküsünden notlar bu kitap ve sergi.
Ama kitap ve sergiyi iteleyen başka bir olgu var: 2o yılı aşkın zaman dilimi içinde çıkan kitaplarımız. Bu birikimin öncüleri, yazı ve belgeseller filmler, sergiler dışında, daha önce yayınladığımız kitaplardı: Bin Çeşit İstanbul ve Boğaziçi Yalıları / Akbank Kültür Yayınları. 1989. Ege’den Akdeniz’e Mavi Uygarlık/ Akbank Kültür Yayınları ( Akbank’ın 50. yıl armağan kitabı) 1995-1998. Martıların İstanbul’u. (T. İş Bankası’nın 75. yıl armağan kitabı). 2000. Bulutların Altındaki Uygarlık Anadolu/ T.İş Bankası (Türkçe-İngilizce) 2ooo. Büyük Menderes’in Sularında Priene, Milet, Didim.( Prof.Dr. Zeynep Sözen ve Prof. Dr. Münir Ekonomi ile birlikte)/Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları (Türkçe-İngilizce) 2oo2.
Ve sözünü ettiğiniz serginin öncüsü, HSBC’nin yayınladığı, Anadolu Topraklarında Güzeli Arayış kitabı ise tüm bu birikimin yansımasıydı.
Anadolu topraklarının kültürel zenginliğindeki, ayrıntıların büyük yolculuğu.

Bütün bu kitapların geneline baktığımız da, ortak bir nokta var. Anadolu Uygarlıkları’ndaki birikim bizi Güzeli Arayışa, simgeler dünyasına yönlendiriyor.
Anadolu Uygarlıklarında Güzeli Arayış, Neolitik Çağ’dan, Osmanlıya Güzeli Arayış aslında. Güzeli Arayış, sanatın, toplumsal yaşamın vazgeçilmezi. Yani, hangi çağda olursak olalım, “Güzeli aramak”; yeme içme gibi çok büyük bir ihtiyaç. Biz, güzeli ararken karşımıza bir çok simge çıktı ve bu simgelerden sonra kitap oluştu. Kitap yayına hazırlanırken düşündük ki; belki dediklerimize inanmayabilirler! Çünkü Güzeli Arayışın ana teması, çok erken tarihler olarak, Anadolu gözüküyordu: Çatalhöyük, Çayönü, Kültepe gibi merkezler. Yani, 8.000, 10.000 yıl önce onlar da güzelin peşindeydiler. O zaman, bu işin sergisini de yapmamız zorunluluk haline geldi. Kamuoyuna sunduğumuz ve HSBC tarafından yayınlanan 416 sayfalık Anadolu topraklarında “Güzeli Arayış” kitabı ve bu kitabın bir de görsel öğesi olmalı, dedik. Ardından, Türk ve İslam Eserleri Müzesi Müdürü Seracettin Şahin ve tabii ki Kültür ve Turizm Bakanlığı ile birlikte bu konuda bağlantıya girildi. Ve iki yıl önce sergi hazırlıklarına başladık. Kitap ve sergi HSBC’nin önemli desteği ile gerçekleşti. Bu çalışmalar esnasında Anadolu’da ve İstanbul’da bulunan pek çok müzeden eserler aldık. Bu müzeler; İstanbul’da Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Malatya Müzesi, Antalya ve Afyon müzelerinden eserler getirdik. Eserler, derken şunu söylemek istiyorum; Bu bir simgeler dünyasıydı. Nokta, daire, kare, iç içe kareler, çapraz, spiral, dikdörtgen, yıldız, ay, güneş, üçgen, gamalı haç, çarkıfelek, meandr, kalp ve daha somut olarak da; aslanlar, çift başlı kartallar, kuşlar, ejderler, rozet çiçekleri vb.

Bu serginin en önemli noktası; Bugün yaşamımızda kullandığımız eşyalar üzerinde de bu simgelerin var oluşu ve bu simgelerin, 8- 10 bin yıl öncesinde Anadolu’da yaratılmış olması. Kimileri de günümüzden 12 bin yıl öncesine gidiyor.

Anadolu’nun çok önemli bir özelliği var. Binlerce yıl öncesinden günümüze kadar pek çok uygarlık yan yana yada iç içe ve birbirlerinden etkilenmişler. Örneğin; M.Ö. 4- 3 binde, Maden Çağı yaşanmış sonra arkasından bakıyorsunuz Hitit, Frigya, Urartu gibi uygarlıklar. Nemrut Dağı’nda Kommagene Krallığı. Ege ve Akdeniz’de İyonya, Lidya, Likya, Karya, Pamfilya gibi uygarlıklar. Arkalarından, büyük uygarlıklar, Bizans, Selçuklu, Osmanlı… İşte biz bu imajın sergisini, ilk kez gerçekleştirdik. Bir örnek: Üzerinde çizgilerin yer aldığı Neolitik Çağa ait toprak kaplar, baştan başa soru işareti, yani birer efsane. Tarih ise M.Ö. 8 bin- 6 bin. Sanki günümüzün ustalığı.

Anadolu insanının sosyal ihtiyaçlarından çıkan ahşap, taş, halı, kilim ve yazma gibi araç gereçlerin üzerlerine çizdikleri motiflerin amacı güzeli yansıtmak için mi, yoksa bir ticaret kaygısı da düşünebilir miyiz?

Üretileni, kendisine ve çevresine, beğendirme de diyebiliriz, kaba bir tanımla. En büyük tanığı da doğa.Ticari kaygı işin önceliği değil, çok sonra. Şunu hemen söylemek istiyorum: İnsanoğlu o günün koşullarına göre yaşamı iyileştirirken, yaban hayvanlarını evcilleştirirken ve mağaralarda yaşarken bile çizginin peşindeydi. Bu sergi, çizginin serüvenidir. Olağanüstü bir serüven…Bir başka olgu: Yeme, içme gibi, süslenme de büyük bir ihtiyaç. 8-10 bin yıl öncesinde de boncuklar, takılar vardı ve kadınlar süsleniyordu. Peki, bu boncuklar nereden geliyordu? Kızıl Deniz’den. Kızıl Deniz’in istiridyeleri, salyangozları vs. İşte ticaretin başlangıcı. Ama yalnız süslenme için ticaret yapılmıyordu. Ticaret ilişkileri ile birlikte sanat, aynı anda. Ticaretle birlikte insanlar kendini beğendirme iç güdüsünü taşıyorlardı. Sanat yapıyorum, yapmak istiyorum diye bir gereksinim yok..Sergide şu gerçeği de söylemek istedik: Yeryüzünün tek gerçeği biz değiliz.
Hititli kadınlar yalın giysiler, kumaşlar kullanırlarken, Mısırlı kadınlar daha renkçi ve daha takıp takıştırmaya meraklı idiler. O çağlarda; Mısır, Hitit, Mezopotamya arasında da büyük bağlar var. Mısırdan gemilerle, develerle kervanlar geliyor ama yeme içme ihtiyacı kadar da süs eşyası taşıyorlardı. Asur’dan Anadolu’ya da ticaret kervanları geliyordu. Asur’dan çıkan kervanlar Orta Anadolu ya ilerlerken oralarda koloniler de oluşturdular. İşte bunlara, Asur ticaret kolonileri deniyor. Mezopotamya’dan gelen bir tüccar bakıyor ki Anadolu zengin bir bölge. Konaklama ihtiyacı duyuyor; konakladığı zaman da evler yapıp yerleşiyor. Bu tüccarlar Asur’dan yada Mezopotamya’dan yukarı çıkarken yanlarında armağanlar getiriyordu. Mezopotamya’ya giderken de bu kez Anadolu’dan süs eşyaları götürüyor. Bir Hitit tabletinde; Boğazköy yani Hattuşa’da bulunmuş: Bir kadın tüccar kocasına mektup yazmış. Kadın soruyor: “Sallum Ahum karısına bir ev yaptırdı. Sen bana ne zaman ev yaptıracaksın?Yünün içine koyduğum bir Mina gümüşü kontroller aldılar. Bir daha dikkat et.” Bu tür günlük olaylar tabletlerde yer alıyor. Binlerce yıl önce, o günkü insanların hayata bakışları, günümüz insanlarından farklı değildi. Aynı doğayı gördüler, aynı sularda yıkandılar. Sevdalandılar, ihanetleri, savaşları korkuları yaşadılar ama, güzelin peşini bırakmadılar.Bu nedenle de sanat, ticaret ile birlikte gelişti. Orta Anadolu’dan yada Anadolu’dan, Yunanistan’a ve Orta Avrupa’ya. Hindistan’dan da Anadolu’ya gelen kavimler vardı. Yani sürekli göç olayı. Sürekli, güzeli arayış. Onun için, herkes bedeninde en güzel eşyalarını taşır. 20. yüzyılda da değişen bir şey yok ve beğendirme devam ediyor. Yani, ticaretle birlikte sanat da hayata egemen oluyor. Şunu söylemek isterim: Güzeli arayışın; tek tanrı, çok tanrı, yada Hıristiyan, Müslüman ayrımı ile de ilgisi yok. Kim güzelliği yaratabilirse! Para tanrısının egemen olduğu çağımız, bu nedenle tek gerçeğimiz değil. Kârlılık ile uygarlık bu nedenle eş anlamlı değil.

Günümüz sanatçılarında niye ağırlıklı olarak batı etkisi görülür. Sizce modern ve geleneksel sanat çatışıyor mu? Yoksa kendi öz kültürümüzü bilmiyoruz da yorumlayamıyor muyuz?

Sanat akımları her çağda var. Bellediğimiz ve ezberlediklerimiz yüzyıllara hapsedilemez. Binlerce yıl önce, bronz çağında yapılmış bir heykelin, bugün, nasıl döküldüğünü algılayamıyorsak; o çağlarda yapılmış çocuğunu emziren bir kadın figürünü ya da maden çağında yapılmış törensel simgelerde ki boğa heykellerinin soyutlamasını anlayamıyorsak; biz kendi topraklarımızdaki uygarlıkları yok sayıyoruz demektir. Anadolunun kültür zenginliği, hiçbir toprak diliminde yok. Ayağımıza takılıyor bu uygarlıklar. Yalnızca yaptıkları resim, heykel, bezeme, takı ve yarattıkları mimari ile de değil; bunların yanı sıra şiirleri, destanları ve masallarıyla da onlar varlar. O dönemin en güzel şiirlerini Anadolu Uygarlıkları Şiirleri adı altında Talat S. Halman çevirmişti. Örneğin Gılgamış destanı çok ilginç bir edebiyat örneğidir. Şunu söylemek istiyorum: Doğunun topraklarına ve kendi uygarlıklarımıza at gözlüğü ile bakmamaya çalışalım. Güzeli Arayış sergisinden bir örnek: 16. yy’a ait bir kaftan: Sultan kaftanı. Üzerinde hiçbir süs yok. Siyah bir çuha ama etekleri açıldığı zaman 12-13cm’lik bir atlas dönüyor. Atlasın köşesinde ise kalp simgesi var. Ama o kadar yalın ki, o kadar üzerine basmıyor ki. Hemen yanındaki bir altın bilezik üzerinde de kalp simgesi; Bizans’a ait. Yani 6.yy. İkisinin de arasında 1000 yıl fark var. Bir başka örnek: sergide yer alan iki heykelden birisi M.Ö. 6-7. yy. ait bir atlı heykeli ve hemen yanında da M.S. 13.yy’a ait Henry Moore soyutlamasını anımsatan bir heykel. İki usta arasında 1900 yıl fark var. İkisi de atlı. Biri sırlı biri sırsız.



Günümüze baktığımız zaman; en büyük yanlışlığımız: Kendi gerçeğimizden kopuk yaşamamız. Kendi edebiyatımıza, topluca, bu topraklarda üretilenlere eğilelimbiraz da... Ama buna, folklor açısından bakılmadan. Yaşadığımızın farkında olmak için, kendimize soru sorarak, yorumlayarak bakmalıyız. Örnekleri çoğaltabiliriz; M.Ö. 4000’de bulunmuş bir kılıç vardı sergide. Üzerinde gümüş üçgenler yer alan bir kılıç. Kılıcın iki yüzünde de üçgenler. Kılıcın hemen yanında da bir küp. M.Ö. 2000 yılına ait olağanüstü güzellikte ki bu küpün, üzerinde de aynı simgeler.Hayatı yanlış algılamayalım, diyorum. Körü körüne öykünmeyelim: bilgiden, araştırmadan yoksun değilsek. Taklit, geçicidir!
At gözlüğümüzü takıp, tek gerçeğin 20. ve 21. yüzyıl olduğunu söylersek; Hititli Mursilis’i, Frigyalı kral Midas’ı, İyonyalı Thales’i, Hippodamos’ı, Herodot’u, Homeros’u, Yunus Emre, Mevlana, Karahisari, Mimar Sinan, Pir Sultan, Karacaoğlan ve nice bilgeleri, hayatımızın, düşlerimizin neresine koyacağız?

Türkiye ve Avrupa sanatını karşılaştırmamız gerekirse özellikle kendi kültürünü tanıtabilme açısından bizim ülkemizde neler yapılması gerekiyor?

Büyük toplumlar, ticareti ve onun uzantısı zenginliği yalnız parada görmeyen toplumlardır. Uygarlıklar, hiç bir zaman paranın yalnızlığı üzerine kurulamaz. Para araçtır. Bu bizim yargımız değil, yani ilk altın parayı bulan Lidyalıların metinlerine bakın; gerçek zenginliğin ne olduğunu daha iyi anlarız. Avrupa’nın 13. yüzyılı ile Anadolu’nun 13. yüzyılı iyi karşılaştırılmalı: Ortaçağ ile Anadolu’nun ve Selçuklu döneminin karşılaştırılması lazım. Rönesans, olağanüstü bir dönem; bunun evrenselliğini kimse yadsıyamaz. Mimarlarıyla, sanatçılarıyla: Michelangelo, Leonardo vb. ama biraz geriye dönüp, 13. yüzyılda Mevlana’yı, Yunusları ve Selçukluları da anıımsamamız gerek. Ve bir de eskitilmiş kavramlardan: “Soyut sanat hayata egemendir yada figüratif sanat öne geçmiştir” gibi sınırlamalardan pılı, pırtıyı bırakıp tüymemiz gerek. Her şey figüratif olabildiği gibi her şey soyut da olabilir. Selçuklular neden olağanüstü bir soyutlamaya gittiler; mimaride, süslemede? Doğunun ve batının olağanüstü bir çizgi ve resmetme dünyası var; bunun da çok ayrı bir yere konulması lazım: Düşüncede, görsel öğelerde ve müzikte. Onun için, Anadolu uygarlıkları bir sonsuzluk. Anadolu uygarlıklarına baktığımız zaman, biz buna, simgelerin dünyası ve geleceğin de dünyası diyoruz. Yani, 20 .- 21. yy’da ya da binlerce yıl sonra da olsa, bu simgelerden kimse vazgeçmeyecek. Peki o zaman biz neredeyiz? O zaman Çatalhöyük, Çayönü, Kültepe, Körtiktepe, Göbeklitepe’ye nasıl bakacak ve ne anlayacağız? Onlar müzelik ören yerleri değil. Bugün Bach’ın besteleri ve yorumu neden güncel? Neden Caz sanatı ondan yararlanıyor? Abdulkadir Meragi’lere, Dede Efendi’lere, Itri’lere, III. Selim’lere ve ilahilere de bakalım; biz kimseyle yarış içerisinde değiliz. Bir toplum ancak kültürüyle var olabilir. Kendi topraklarını, gerçeğini; suyunu, bulutunu, ağacını, çiçeğini, didikleyenlerle varolabilir. Bu denli tıka basa dolu bir kültürden, kendimizi dışlamamalıyız. Kendimize yoksul bir ulus gözüyle bakmamalıyız ve el kapısına nöbet durmamalıyız. Metin Sözen; “Biz bu ülkenin kiracısı mıyız?” diyor. Hayır kiracısı değiliz, mal sahibiyiz ama gel de kendi sözüne inan!
Hiçbir çiçek köksüz değil. Ama yapay çiçeklere özeniyoruz.

Ülkemizde kendi kültürümüzü topluma anlatmak açısından müzelerin katkısı üzerine neler düşünüyorsunuz? Günümüz müzeleri bunun için yeterli midir sizce?
Genellikle farkında olmadığımız çok önemli müzelerimiz var. Örneğin, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi görkemli bir müzedir. Topkapı Sarayı, Türk ve İslam Eserleri, Arkeoloji müzeleri de görkemli müzelerdir. Ayasofya, zaten başlıbaşına anıt bir müze. Bunun gibi diğer Anadolu kentlerinde de çok önemli müzeler var ama gezen kim?. En büyük eksiklik, büyük bir varlığın, kültürel mirası üzerine oturmuş bir ulusun yöntemsizliğidir. Kendini dışlamışlığıdır. Bugün Önasya dillerinin metinlerini okuyanları emekliye ayırdık. Hititçe, Urartuca Latince, Grekçe bilenleri ayırdık, Nesih yada Kufi, Talik yazı uzmanları için de aynı şey geçerli. O zaman öykündüğümüz hangi kültür? Hangi inanış, hangi “makbül” çağ? Biz, nereliyiz? Söylevlerde değil. Yaşarken!

Türkiye’de tarihi eserlerin sağlıklı korunmasına yönelik sağlam bir alt yapı oluşturulduğunu düşünüyor musunuz?

Ben gene, hayır diyorum. Yani oluşturulmadı. Olanları da ayıkladık… Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldığı zaman, özellikle Bizans’lı ustaları için, halka duyurarak “İster İstanbul’u terk etmiş, ister hapiste, ister bu topraklardan uzaklaşmış olsun. Bu kişiler bulunsun ve getirtilip işinin başına oturtulsun,” demiştir. Yani Fatih, yada ondan sonraki sultanların önemli bir kısmı bulundukları toprakların dışında, usta sanatçı kim var ise onları İstanbul’da topluyorlardı. Bu bilinç bugün yok. Örneğin Osmanlı’da “Ehli Hiref” örgütü diye bir örgüt var. Dünyanın neresinde hattat, minyatür ustası, zergeran (kuyumcu), nakkaş var ise bunları İstanbul da topluyor ve onlara önemli akçeler verip, ihsan da bulunuyorlardı. Aynı şekilde önceki uygarlıklarda da örneğin; Hitit’te, Hattuşa’da, Yazılıkaya yakınında sanatçı atölyeleri vardı. Aynı şekilde Ege’ de İyonya’ da, Dionysos sanatçıları: Dionysos sanatçılarının önemi; hangi kente giderlerse gitsinler o kent vergiden muaf tutuluyordu yani sanat destekleniyordu. Nedeni; sanata ve kültüre önem vermeyen toplumlar geleceğe kalamazlardı da ondan.

Biz kendimizi yoksul bir ulus olarak görebiliriz. Ama bu denli kültürel mirasın üzerinde iken, el kapılarında dileniyorsak, bizim geleceğimiz yok demektir. Kültür bu denli önemsiz, yoksul ve basit değil.

İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Neden Anadolu’da bir şehir değil de İstanbul?

Anadolu’ da bir çok kent, başkent zaten: Efes, Bergama, Milet, Troya, Side, Hattuşa vb.. Tüm bunların yanı sıra, su uygarlıktır ve çok önemli kentler, hep su kıyısındadır. Milet eskiden bir su kıyısındaydı, tekneyle ticaret yapılabilmesi için. Büyük uygarlıkların başkentleri, genellikle suyun kıyısında kurulan kentlerdir. İstanbul’un kültür başkenti olmasındaki en büyük neden sanıyorum, Bizans’ın ve Osmanlı’nın görkemli bir su kıyısındaki bu kente siyasal ve kültürel olarak hakim olmasından kaynaklanıyor. İki büyük uygarlık; birisi 1100 yılı aşkın sürmüş, diğeri ise 500 yıla yakın. İstanbul’un 2010 yılı için başkent seçilmesinin etkili olmasının nedenlerinden birisi bu. İstanbul’un tarihsel birikimi ve doğal zenginliği de bir başka etken. Ama önemli olan bir başka neden daha var: Günümüz Türkiye’sinde, sanatın da başkenti gene İstanbul.

Sizin de danışma kurulunda yer aldığınız, 2010 Avrupa kültür başkenti etkinliği kapsamı altında tasarlanan, Anadolu’nun kültürel yaşamını ve kültürel gelişimini çağdaş bir üslupla, uluslararası platformda sergileme imkanı bulabileceği, “Sanatın Anadolu Aydınlanması” konulu proje hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu proje, önemli; çünkü İstanbul’un dışında, uygarlıkların başkentleri de var, demiştim. Şu açıdan önemli; sanat dünyanın her yerinde belirli merkezlerde yapılır, üniversiteler gibi. Ama bugün, yanlış bir politika nedeniyle, neredeyse her kentte üniversite kuruluyorsa da, bu üniversitelerin sanat bölümlerine de ivme kazandırmak denenmelidir: Eski uygarlıkların merkezleri yada merkezlerine yakın üniversiteler ile bu kentler ilişkilendirilerek. Büyük üniversiteler, dünyada, büyük merkezlerde toplanmıştır. Sanat da doğal olarak o merkezlerde yapılır. “Bu, kaymağı yemek” olarak algılanmamalı. “Kültür kentleri”, güncelliği yoğun olan kentlerdir. Ama diğer taraftan da sanat başka kentlerde yapılmaz anlamını taşımıyor. Sanat evrensel bir olgu. Her toprak parçasının her biriminde sanat üretebilir insan.

Ayrıca Anadoluda ki açılan bir üniversitenin sanat bölümleri de var. Anadolu, yeme içmeden, halısına, kilimine, oyasına, türküsüne kadar zengin bir birikime sahip. İşte bu nedenle de bu projenin gelişmesi ve yaygınlaşması gerekiyor. Bu nedenle, geçmiş uygarlıkların çok önemli kültürel merkezlerinde bu projenin tartışılması gerekiyor. Örneğin Van Üniversitesi ise, Urartu; Çanakkale Üniversitesi ise Troya’dan o üniversitelerin kültürel birikimleri nasıl yararlanır? Hangi toprak diliminde olursak olalım, uygarlıklar ülkesinde bir eserin çağdaş sanatçıları da etkileyebileceğinin örnekleri sunulmalıdır. Ve burada din, dil, ırk ayrımı yapılmadan. Kapıları açık olmayan kentler, yalnız kentlerdir. Çünkü kendimizi olduğu gibi toplumu da çok yanlış bir yerlere sürükleyebiliriz. Ve kendi içimize kapanırız; hele bunun adı kültür ve sanat ise. Bir başka şey de var: Bu toprakların on bin yıldan öte bir geçmişi. Bu geçmişin bir bütün olduğunu unutmayalım. Anadolu coğrafyası ile oynamayalım.O nedenle de bu proje iğme kazandırmak, toplumsal yalnızlığımızı azaltmak adına, küçük ama çok önemli bir başlangıç projesidir. Mümkünse, Yunus gibi Mevlana gibi söyleyelim.Karahisari gibi hat çekelim.Antihakos gibi dağ başlarına anıtsal heykeller dikelim ve unutmayalım: Onlar adsız birer usta yontucuydu. Bizim ise adımız var!..

“Farklı Kültürlerde Güzeli Arayış” sergisi ile Anadolu’da binlerce yıl ev sahipliği yapmış medeniyetlerin güzelliğe dair bıraktıkları izleri gözler önüne serdiniz.. “Sanatın Anadolu Aydınlanması” projesi ile “Farklı Kültürlerde Güzeli Arayış” sergisini ilişkilendiriyor musunuz?

Kesinlikle ilişkilendiriyorum. Zaten birbirini doğuran projeler. Farklı kültürler, derken şunu diyoruz, “Ey ahali artık tek tanrı çok tanrı” düşüncesinden, ayırımından vazgeçin. Bir tek gerçek var; sanatın evrenselliğini oluşturmak. Şiiri olmayan bir toplum hiç bir yere gidemez. Masalları olmayan bir toplum hiç bir yere gidemez. Bugün 20. yy’ın masalı yok, 21. yüzyılın da. Şimdi biz bunları yaratamıyor isek, o zaman, yaşadığımız günü, geleceğe taşıyamayız. Ulusal zenginliğimizi, kültürümüzü kesin kez elimizden kaçırmış oluruz. Bir yalana da satılmayalım: “Artık, ben varım.” Hayır; her birey ve toplumun kendi kimliği vardır. Kendi nakışı, sesi vardır. Bunu yok edemezsiniz. O nedenle farklı kültürlere sarılıyoruz. Farklı kültürlerle bütünlenmiş bir Anadolu coğrafyası bu. Kimi zaman Mevlana’ya, kimi zaman Yunus Emre’ye, kimi zaman da anonim olduğu dillendirilen bir tanım “Güzel birdir. Sen aynaları çoğaltırsan o da çoğalır,” sözüne sığınmamız gerekiyor. Biz kitabımızda da, “Farklı Kültürlerde Güzeli Arayış” sergisinde de aynı tanımı seçtik. “Güzel birdir. Sen aynaları çoğaltırsan o da çoğalır,” diyoruz ki, “sen bu projeye katılırsan, sen kendini bu projenin içinde ve bu uygarlıkların özünde görürsen, ancak, güzeli gelecek kuşaklara aktarırsın,”diyoruz. Evet, “Sanatın Anadolu Aydınlanması” ancak, Anadolu da ki her kent kendi aynasını uygarlıklara tutarak çağdaş dünya yaratabilir. Anadolu toprağına çömelip tespih çekmekle bu iş olmuyor.

Her çeşit rengin varolduğu toprakları bellemek gerek!

Sizce, 2010 için geliştirilen projelerde kendi kültürümüzün farkındalığı sağlanabilecek mi bunun toplumumuz için ne gibi faydaları olabilir?
Ancak kapıyı aralayabilir. Şundan ötürü kapıyı aralayabilir: Örneğin, “İstanbul festivali” çok önemli; tiyatro, müzik, caz, sinema vb. çok önemli. Her kentte kültür evlerinin açılması da çok önemli. Mimari dokunun, eski kent dokusunun onarılması, Anadolu’da ÇEKÜL’ün (Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma Vakfı) kazandırdığı ve gittikçe de boyutlanan ve onarılan her yapıya işlevsellik verilmesi çok çok önemli. Olağanüstü bir imece. Ama, 2010 İstanbul projesinin bu boyutta ne denli etkin olacağını bilemiyorum. En azından, görsel olarak; müziğiyle, dansıyla, edebiyatıyla, sergileriyle, müzeleriyle bir hareketi başlatmış olması çok önemli. Ama şu kanıdayım: Devlet ricali, yani, üst düzey de olanlar, bunun farkında mı?

Her imparator, ister dağ başında ki Kommagene Kralı Antihokos, Selçuklu Kralı İzzettin Keykavus ya da Büyük İskender gibi olsun, (Büyük İskender Homores el yazmalarını toplayan biriydi.) Michelangelo’ya destek veren ve kendi mezar anıtını yaptıran Medici ailesi de “geleceğe ancak sanatın gücü ile kalınır”, düşüncesiyle Michelangelo’nun sanatını desteklemişti. Bugün, Medici, adı bilinmiyor ama Michelangelo, bir efsane…

Selçuklu Sultanı, İzzettin Keykavus’da sanatçı, edebiyatçı ve tarihçiler ile bir aradaydı. Salt, bir araya gelip, yemek yemekle bu iş olmuyor. Ne var ki şu anda kendi topraklarının uygarlıklarını, dışlayan bir toplumuz. O yüzden de tek çıkış; sivil toplum örgütlerini, geliştirmek. “Sanatın Anadolu Aydınlanması” projesi, bugün değil belki ama yarın çoğalarak yeni boyutlar kazanabilir."
Biz de yarınlara kalmak istiyorsak bu çapaçul yaşamdan bir an önce vazgeçmemiz gerek. Yoksulluk ve toplumsal yalnızlığımız; kültürel yoksunluğumuz aslında, tıka basa dolu, varolan ve üretken binlerce yılı farketmemek...
Yani, öncesini göremeyen bir gözün, geleceği görmesi mümkün değil.

Onca saptamadan sonra; günümüz ve gelecek adına yorumunuz nedir?

Korkuyoruz: Hayatın sonsuzluğundan korkuyoruz. Korkuyoruz: Kendi gerçeğimizden, toprağımızdan, geçmişin gücünden korkuyoruz.

Korkuyoruz: Bilgiden, bilgelerden, sanattan, sanatçılardan, doğrulardan korkuyoruz. Kıpırdayan her şeyden korkuyoruz. Yeşeren, çiçeklenen doğadan korkuyoruz.

Korkuyoruz: Şiirden, şarkılardan, masallardan, seslerden, giysilerden, çıplaklıktan, aydınlıktan korkuyoruz.

Korkuyoruz: Mavinin, bulutun, yağmurun sesinden yani kendimizden korkuyoruz.
Her şeyi biliyorum sanmak ta korkunun, güvensizliğin bir parçası.

Oysa korku, sanatı yaratamaz. Korku, hiçbir çağa egemen olamaz. Bilelim ki karanlık, aydınlıkla yer değiştirir. Bu topraklarda, on bin yıldan beri varolan gerçek; sanatın evrenselliğidir.

Madem ki yeryüzüne yaşamak üzere geldik; sonsuz mirasın farkında olarak, korkusuzca ama sanatın gölgesinde, sorgulayarak, üreterek yaşayalım. Doğa en büyük tanığımız…

Hiç yorum yok: